Amasya İtimat

Sedat Hoca’nın aziz hatırasına.. YAŞANMIŞ HAYATLAR

RÜZGÂR

Kimi zaman nereden eseceği belli olmaz.

Muhacirlik, göç, mübadele, daha neydi, nelerdi. Yazdıkça ve araştırdıkça beni içine çekmeye başlıyordu. Beni arayarak anılarını anlatanları dinledim, kimini  ben buldum, ziyaret etmeye başladım. Kimileri ise beni buldu anlatmak istedi. Birinci kuşaklar, ikinci kuşaklar. Kendilerini dinleyen biriyle karşılaşan  yaşlılar, “baksana, bizi görmeye gelmiş, Allah razı olsun” diyerek memnunluklarını dile getiriyordu. Bildiklerini, yaşadıklarını, duygularını içten ve istekle, bütün güçleriyle anlattılar.  “Şimdi evlatlarımıza kalacak anılarımız olacak, unutulmayacak, geçmişlerini bu kitaplardan bulacaklar” dediler.

Doğduğum topraklara gidip, en yaşlılarımızı ziyaret ederek, hatır sormak ve anılarını dinlemek için yola çıkmaya karar verdim. Oralara ilk yerleşen birinci kuşakları bulamazdım, ama onlardan miras kalan ikinci kuşaklar vardı. Amasya, Taşova ve benim köyüm Hacıbey. Komşu köylerden, Kızgüldüren  (Kızöldüren,) Erizdağ  (Güvendik) Kırkharman planımın içindeydi.

YIL: HAZİRAN.2019    HACIBEY

Muhtarımız öncülüğünde köy yoluna devam ediyorduk.

Köyün merkezinde, cami ve okul vardı. Cami ile okul,  köşe köşeye yapılmış, bahçesi ortaktı. Bahçede kocaman çam ağaçlarının altında, bankların üzerine oturduk. Sevgili Sedat önder, Hacıbey’e gideceğimi duyunca heyecanlandı,büyümüş, kocaman olmuş çam ağaçlarına selam gönderdi. “Elini sür onlara” dedi. Dediğini yaptım. Kendisi İstanbul’da yaşıyor, köyden gideli çok olmuş. Öğretmenlik yapmış bir zamanlar köy okulunda. Sadece öğrencilere öğretmen olmamış, doğaya da öğretmen olmuş, bahçesine ağaçlar dikmiş. İz bırakmak kolay mı? Sedat Öğretmen köyüne ve öğrencilerine iz bırakanlardan olmuş.

“Elimle diktiğim o ağaçlara selam söyle” dedi. Çamlar şimdi ulu çam olmuşlar ve biz gölgesinde, çayımızı içtik, sohbet ettik. Ben yaşlılardan öykülerini dinlerken, çam ağaçlarına baktıkça  acaba dedim, biz de mi gençlere öykü anlatacak zamana geldik. Sedat Önder Öğretmenime oradan selam gönderdik.

Haberimizi alan, sevimli mi sevimli bir başka Salih dede okul bahçesine yanımıza geldi. Lakabı “Sağır  Sali.”   Ufak yapılıydı. Bastonu elinde, uzaktan gülümseyerek geldi. Sevgiyle hoş geldiniz dedi hepimize. Hoşbeşten sonra, her anısını, tarihi ile,  günü ile hatırlıyor ve anlatıyordu. Çektikleri yoksul günlerinden, zorluklarından anlatıyorken, bu günü için “şükür” diyordu.

“Kara yollarında çalıştım. Çok yerde çalıştım, tekelde, taş ocaklarında, toprakta, tarlalarda çalıştım.  Karın tokluğuna ırgatlık yaptım.  Çok orak biçtim. Gelmişiz  suyu olmayan, toprağı kuru, yıkık bir köye. Ağabeyim de anam, babamla  memleketten gelmişti. Orada doğmuştu. Benim büyüğüm bir ağabeyim ve ben bu köyde doğduk. Bir de kızkardeşimiz vardı. Sekiz yaşımdayken Anam öldü, on iki yaşımdayken Babam öldü. Kaldık öksüz. Hem öksüz, hem yoksul. On iki yaşımdan sonra köyde kimin tarlasında iş bulduysam orada çalıştım. Çok çalışacaksın, az yiyeceksin diyen de oldu, aç  kalmayalım diye iş veren de oldu. Bu çile muhacirlikten geldi bize. Genç oldum, başka işlerde çalıştım yapmadığım iş kalmamıştı.  Günde on altı saat çalıştığımı bilirim. Para biriktirdim. Askere giderken, beni gönderecek anam da yoktu babam da yoktu. Askerden geldikten sonra, kendime altı dönüm tarla aldım.”

Salih Dedeyi dinledikçe saygı duymamak elde mi diye düşündüm. Hep gülümseyerek anlatıyordu. Gülmek değildi o. Bu toplumda bir adet vardı. Ne olursan ol, başkasına surat asılmaz, ayıptır. Birinin yüzüne bakarken veya konuşurken, gülümseyeceksin. Bu da bir asalet, karşısındakine nezaket ve saygıydı. Salih Dedeyi dinlerken örnek almamak mümkün mü. Devam ediyordu, öksüz ve yoksul kaderini anlatmaya;

“ Hiç unutmam yüz otuz lirayla askere gittim, otuz lirasını geri getirdim. Allah razı olsun, bir yakınımızın verdiği borç parayla kendime ev yaptım. Üç yılda ödemek için söz verdim, dört yılda ödedim borcumu. Hanım kızdı bana, “üç yıl dedin, söz verdin borcunu ödemedin” dedi. Ailemizde evlilik oldu, ona yardım ettim, o sebepten  borç ödemek dört yılı buldu. Ödedim kurtuldum. Evlenenlere, ev yapanlara da yardım ederdik. Kendim evlendiğim zaman,  bir çaput  yorganım, bir de içi saman doldurulmuş  yatağım vardı. İki ekmek parasına on altı saat çalıştığımı bilirim.”

Salih Dede bizlere bir yaşam örneği veriyordu. Kendi hayatının emektarı idi. Eşiyle beraber omuz omuza vermişler, her zorluğa katlanmışlardı. O ulaşılmaz, büyük bir Salih Dede’ydi. Onu dinledikçe büyüdü karşımızda.  Susuz bir köy toprağında yüreğiyle, tırnağıyla çalışmış,  muhacirliğin tokatını binlerce defa yemiş, kimseye el açmamış. Ama ne olursa olsun, insanlara gülümseyerek bakmış, saygı  örneği olmuş. Yaş on iki, küçük bir çocuktu.  Anasız ve  babasız. Tarlalarda, toprakta. Ağlamak istese bile canı yansa da,  gözyaşı dökememiş. Göz yaşını silecek, saçını okşayacak, annesinin eli yoktu ki onun… Sırtını okşayacak, “Oğlum benim” diyecek babasını özlememiş midir. Bayramlarda öksüz, sırtına dokunacak kimsesi olmamış ki onun. İşte boynu bükük buna denirdi. Kendi ailesini kurmuş,yavruları ile mutlu olmuştu. onlar için dualar ediyordu. Çamların gölgesinde sohbetimiz sürerken, camiden ezan sesi sardı etrafı. Salih Dede ile sohbetimiz de sonlanmış oldu orada.

Gülcan ERDEM

Yorum Ekle