Amasya İtimat

Her kesimin kendinden bir şeyler bulacağı bir yazı: BİZ ÖYLE BİR NESİLİZ Kİ! 

Biz 68 kuşağı; Öyle bir nesiliz ki! Ne söyleseniz boş değildir, boşa tüketilen bir nefes dahi almadık biz..

Bir Köy düşünün;

Her derde deva her derde şifa bulacağınız bir nesiliz biz… Doktor mu lazım, İğne mi vurunacaksınız, dişin mi ağrıyor, yardıma mı ihtiyacın var?

Çocuktum daha;

Akşam üstü olunca;  Köyümüz de bizden yaşça büyük abilerimiz voleybol oynardı. Onların topu patladımı bize verirlerdi. Bizde de ne top alacak para, ne de top satın alıp bize verecek biri vardı.. Bizde topun içine bez, paçavra ne varsa doldurur ve çuval iğnesi ile bir güzel dikerdik topun yırtılan yerlerini. Sonra onunla bir güzel maç yapardık aramızda. Tabi arada bir bertilir veya dönerdi ayağımız veya kolumuzun üstüne düşerdik…  Ne yapacaksın Doktor mu arayacaksın, arasan bi’çare Doktor’a götürecek araba mı var? Hadi buldun arabayı en yakın yer Destek kasabasında, rahmetli Çontik Yusuf vardı ya oraya gideceksin kırıksa ayağın veya kolun bacağın,  Tek çare Rahmetli Nutfiye Anne’miz vardı topallaya topallaya koşardık onun evine. “Ne oldu be çocuğum, gene haylazlık (yaramazlık) mı yaptın?” derdi. “Top oynadık ayağımın üstüne basamıyorum” derdim. O da hemen bir ılık su yapar elini sabuna sürer,  ayağımı bir güzel ovar ve derdi ki: “Damar damar üstüne binmiş te be çocuğum.”– “Haydi şimdi kalk bakalım” der, bende koşa koşa yanından ayrılırdım sevinçle. Ne ağrım kalırdı ne sızım inanın daha oracıkta derdime derman bulurdu.

-Ortopedi Doktoru mu, al sana Nütfiye Anne…

Bir gün ateşlendim; Anam şaşırdı ne yapacağını, cayır cayır yanıyorum ateşten döşeğin altında. Köyümüzde askerliğini sıhhıyeci olarak yapmış bir abimiz vardı. Babam hemen “Ben gideyim de getireyim Sıhhiyeci Hüseyin’i, buna bir iğne yapsın.” dedi. Aradan yarım saat geçer geçmez Hüseyin abi ile babam eve döndüler. Ben de “iğne mi yapacaksınız” der başlardım sızlanmaya…  Rahmetli Hüseyin abi de “Korkma acıtmayacam” derdi., Sonra bir penisilin iğnesi yapar sabaha kadar  ne ateşim kalır, ne de bir ağrım.

-Köyde doktor mu veya hemşire mi , Sıhhıyeci mi ne lazım al sana Hüseyin abi işte…

Yine Kış ayıydı hiç unutmam dişim ağrıyor… Ağrımak desem ne kelime, kafam zonkluyor ağrıdan. Anam bakardı ki sallanıyor dişim,  eliyle bir iki oynatır bakardı eliyle olacak gibi değil. Babama derdi ki “al bunu götür imama dişini çeksin de çocuk ağlayıp zırlayıp durmasın.” Hemen rahmetli İmam Ahmet amcaya giderdik. O da eline hemen pensesini alır aç “Ağzını bakalım” derdi. O Penseyi görünce daha başlardık oflamaya puflamaya. Adam işin psikolojik tarafını da iyi biliyor ya! Başlardı hemen benimle konuşmaya, “Ağzını aç sadece bakalım hangi diş imiş o” derdi… Çok merhametli bir adamdı kendisi. “Cama hele bir bak orada ” Kuş mu ne var, gördün mü? “ der, o arada hızla çeker alırdı dişimi…

-Dişçi mi lazım al sana İmam Ahmet bey amca!

Belli ki sıkıntıdan, babamın başında siğiller çıkmıştı bir gün. Anam dedi ki “gel seni Aliş Haççe’ye götüreyim okusun bir şey kalmaz.” Bende meraklıyım ya düşerdim arkasına anamla-babamın. Düştüm peşlerine gittik Aliş Haççe’ye; Rahmetli önce suya okudu tükürdü, sonra da babamın yüzüne gözüne üç kere tükürdü. “Üç güne kadar bir şey kalırsa gene gel de gene okuyayım” dedi. “Ama bu suyla da yatarken siğil çıkan yerini yıka üç gün” dedi.  İnanılmayacak gibi bir şey belki ama babamın üç güne kadar bir şeyciği kalmadı.

Yine bir gün ablamın gözünde üç günlük dedikleri bir kızarıklık oldu. Hemen anam aldı götürdü ablamı gene Haççe abuya aynı şeyi tekrar etti ve okuduktan sonra gözüne doğru üç kere tükürdü ve suya da tükürüp aynı şeklide verdi anama. Anneme dedi ki; “bu suyla üç gün yüzünü yıkasın bir şeyi kalmaz” dedi. Üç güne ne kızarıklık kaldı ne bir şey…

-Cildiyeci mi lazım al sana Aliş Haççe…

Tam komedilik bazı şeyler aslında ; İlkokulu bitirmişim sene 80’ler …

Adem Hoca babama dedi ki “çocuğun bir resmini bir de kimliğini getir de, Diplomasını yazalım…”

Aldı babamı bir telaş, “tamam” dedi demesine de!… Anama geldi hemen ne yapacağız diye. Anam da çok akıllı bir kadın tabi ki babamın da akıl hocası yani:

“Ya bu çocuk okulu bitirdi bitirmesine de bunun kimliği yok şimdi Adem hocayı gördüm kimliğini istedi Diplomasını yazacakmış” dedi. Hadi o doğru bir mesele de, bu çocuğun kimliği yok ne yapacağız diye, endişeli endişeli söylendi mırıldanarak. “Bir de pıtret” (yani resim) … Pıtret hadi gider çektiririz Taşova’da. Ama kimliği ne olacak diye tekrar oflaya puflaya bir o yana bir bu yana bakarak homurdandı. Anamda “Git Katipe bir dilekçe yazsın, o bilir yazar  bir hüsnü lisanla dilekçeyi. Sende al götür çocuğu nüfusa kayıt ettir. Vermezlerse bir tavuk götür onu verirsin artık.” dedi. Doğru Katipin yolunu tuttuk babamla. Vardık Katip amcaya. O da “Tamam, merak etme yazarız bir dilekçe hallederiz” dedi.  Askerliğini yazıcı olarak yapmış. Nereye neyi ve nasıl yazılacağını meseleyi anlattım mı bilirdi ne yazılacağını hemen. Ardından babama sorular sormaya başladı; Çocuğun adı soyadı, doğum tarihi, ana adı. Baba adı sorunca, babamın yüzünü aldı bir telaş gene. “Babam “dur dur… ben bir dükkana gideyim orada ki defterde yazılı çocukların doğum tarihi” deyip, bir solukta gitti. Bir kağıda yazmış geri geldi. Rahmetli katip amca da hemen dilekçeyi babama yazdı verdi. Tabi ki o anda babamın mutluluğunu görmeye değer, işi halledildi ya.

Perşembe günü Taşova’nın pazarı olurdu… Babam da “o zaman Perşembe günü götüreyim de çıkarsınlar kimliğini” dedi. Katip amca da “Pıtret (Resim) isterler, o da hemen vermezler haftaya ancak çıkar. Sen önce git çocuğun Pıtretini çektir, alınca da  bu dilekçe ile gidersin nüfusa” dedi.

Perşembe günü olunca gittik rahmetli ile Taşova’ya. Eski hatıra fotoğraflarının çekildiği üç ayaklı antika sokak fotoğraf  makineleri vardı o zaman…  Fotoğrafçı makinenin iki metre kadar uzağında ki bir tabureye oturttu beni. Makinenin arka kısmında bir siyah bezin altına girdi, önünde ki körüğü de ayarladı iyice. O ayarla uğraşırken bir taraftan da  başımı “sağa-sola” diyerek ayarladıktan sonra “kıpırdama” sakın dedi. Sonra ön tarafına geçip makinenin ön kapağını çıkartıp yerine taktı. Sonra da haftaya gelir alırsın dedi.

Meselenin fotoğraf kısmını hallettikten sonra, tekrar ertesi hafta, dilekçe ile birlikte Nüfus Müdürlüğüne geldik. İçeriye girince epey kalabalık vardı. Babam tanıyormuş bir memuru, hemen yanına gitti. Memurun kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra, elindeki fotoğraf ve Katip amcanın yazdığı dilekçeyi verdi. Memure hanım da bir defterin arasına koydu belgeleri. Öğleden sonra tekrar gelmemizi söyledi bize. Öğleden sonra tekrar Nüfus Müdürlüğüne gittik. Babam da, Köydeki kümesimizden alıp akşamdan anneme temizlettiği yolunmuş tavuğu iyice sarıp sarmalayıp bir poşetin içinde tekrar memurun masasının oraya giderek yere bıraktı. Kuyrukta bekledik epey. Sonra da, müdürün imzaladığı kimliği nüfustan aldık çıktık. Köye gelince, babam havalara uçarak gitti Adem hocaya sonra da diplomayı aldık.

İşte; Katip amca ve hüneri o olmasa, gelmişiz onbir-oniki yaşına ne kimlik, ne Diploma… Sayesinde aldık ikisini de. Nur içinde yatsın rahmetli.

Yine Kış aylarıydı Annem yazdan mısırların kabuklarını saklamış, onları bir güzel kaynar suda haşlamış ve yumuşatmıştı. Hemen ablama; “Rüveyde abuna, Cevriye abuna oradan da Sehere abuna git de kızları da alsın gelsinler akşam  hasır dokuyalım” dedi. Hasır dokuma tezgahı rahmetli Karabacak’ta vardı. Babam gitti istedi ondan. O da rahmetli geldi kendi elleriyle babamın da yardımıyla ikisi kısa bir sürede tezgahı kurdular. Kınnap ip vardı tütün dizerken kullandığımız. Anama da gösterdi nasıl ipleri tezgaha nasıl takacağını Karabacak. Anam da “sen ipi tut ben yerlerine takayım” dedi bana. Akşam olmadan ipleri taktık el birliği ile tezgaha Anamla. Akşam olunca da, Rüveyde abu ve kızları, Seher abu ve kızı, Cevriye abu ve kızları geldiler birlikte. Yanlarında baktım ki, bir sürü kız daha gelmiş. O mısırların kabuklarını yumuşattıkları kazandan alıp bir bir dokudular hep birlikte hasırı. Kızlar, biri başladı biri bitirdi o bildikleri türküleri. Hiç sıkılmadan gülüşe oynaya bitirdiler hasırların dokumasını sabaha kadar.

-Sanatkar mı aradınız? İşte hepsi sanatkar, işte hepsi bir arada… Vee muhteşem bir imece usulü iş yapma tekniği.

Adeviye halam vardı nur içinde yatsın. Anama bir gün geldi dedi ki; “Be Zinep (Zeynep), bize bir ekmek fırını ve  bir de Peçka (Kuzine Sobanın topraktan olan hali yani) yapalım” dedi. Anam da “yapalım tamam” dedikten sonra, Anam da;  “O zaman Akkır’a gidelim oradan birlikte toprak alalım gelelim. Ben yerini biliyorum.” dedi. Bizim ve halamların eşeğini aldılar. Babam, halam ve  annem arkalarına da ben, takıldım birlikte Akkır’ın arka tarafına kadar birlikte gittik. Oradan çapayla kazdıkları toprakları çuvallara doldurdular ve eşeklere yükleyip getirdiler halamın evinin önüne kadar. Ertesi gün de ne kadar kırık kiremit varsa, o toprağa biraz da saman karıştırıp ördü annem bir ustalıkla evin içine Peçka’yı. Peçka bitince de evin önündeki bahçeye bir ekmek fırınına başladılar. İki üç güne ikisini de bitirdiler. Halil eniştem de, fırının üstünü kapatmak için hemen ağaçlardan üstüne çardak yapıp, yağmurdan, kardan korumak için üstünü örttü bir çırpıda kiremitlerle. Fırını ve Peçkayı odunla çalıyla yaktı çamurdan sıvalar kurusun diye Anam. Sonra halama dönüp dedi ki artık “Peçka da fırın da hazır, kullanabilirsin” dedi. Halam da bir iki gün sonra fırından çıkardığı taze ekmeklerden bize getirdi “Çok güzel pişti eline sağlık Zinep” dedi anama.

Anam da bu işin ustasıydı yani. Yaptım mı o fırın ekmek pişirmeyecek ha! O kış Kur’an öğrenmeye başlamıştık, Ben ve bizim köyün kızları. Halamın kocası Halil eniştemden. Tek erkek bendim, beş-altı tane de köyün kızları vardı. Halamın evine Kur!an öğrenmeye gidince Peçkayı bir yakardı, sıcaktan üşüyen ellerimiz ayaklarımız kendine gelirdi…
Fırın veya Peçka mı yapılacak al sana Zinep Usta… Bununla kalsa anamın marifetleri… Mekik oyası mı lazım evlenecek kızlara, dantel mi, yoksa dikiş makinasında dikilecek  koca don mu, entari mi, yastık kenarı mı, yorgan mı, ne varsa diker verirdi ihtiyacı olana. Örülecek kazak mı, çorap mı, hırka mı aklına ne gelirse yapardı. O köyün kadınlarının ne ihtiyacı varsa üstesinden gelirdi en alasıyla.

Bu mesleğin bugün ki karşılığı nedir tam bilmiyorum ama;  Hangi meslekle anlatayım ki, Yorgancı mı, fırın ve peçka ustası mı, el işi sanatları ustası mı… ? Ne dersen de işte, bu marifetlerin hepsi anamda vardı.

Rahmetli Koca Hüseyin derlerdi rahmetli dedeme, birine demirden yapılacak ne lazımsa yapardı. Orak, çekiç, ellik, öküz arabasının  tekerleklerinin demiri, boyunduruk, dış kapı kopçası, halkası, yaban, dirgen, çapa… Aklınıza demirden ne geliyorsa yapardı yani.. Herkes dedeme gelir yaptırırmış. Demiri kızartıp dövmek için ise; bir körüğü ve buna bağlı pedalı çevirerek, ateşe hava üfleyen bir düzenekti bu. Onun bir çekiçi ve bir de  örsü vardı. Bunlarla ocakta kızarana kadar beklettiği demire şekil verirdi. Dedem öldükten sonra bir süre babam devam ettirdi mesleği ama uzun sürmedi bıraktı demir işlerini.

-Demirci mi lazım al sana en alası işte…

Bu örnekler o kadar çok ki, her birini anlatmaya kalksak kitap olur…

Sözün özü şu ki;

Bizim yaşadığımız zamanlarda şimdiki gibi koskoca hastaneler, fabrikalar, atölyeler yoktu… Ama eminim ki, bizim neslin çocukları Atalarından öğrendikleri bu “KARA DÜZEN” dedikleri meslekler sayesinde, bugün ki fabrika, atölye imalathane ve hastahaneleri inşa ettiler. Çünkü bizim neslin çocukları geçmişin zorluğunu görüp geliştirdiler kendilerini. Yokluğun ve çekmişliğin acısını çocuklarımız yaşamasın, aynı zorlukları çekmesinler diye. İnanın çok çalıştık  bugünün modern Türkiye’sini durmadan duraksamadan çalışıp inşaa etmek için. Bütün payeyi kendime çıkarmıyorum elbet, bu arada bizim neslin tüm çocukları birlikte yaptık diyorum. Sözüm yanlış anlaşılmasın Lütfen! Çünkü 68 kuşağı ve yaklaşık bizden 20 yıl önceki kuşakla birlikte, bu günki Türkiye’nin mimarı olduk hepimiz birlikte. Bildiklerimizi de hep öğrettik yanımızdaki çalışan çıraklarımıza.

Neden mi ?

Çünkü biz; Atalarımızın, büyüklerimizin hangi şartlarda yaşadıklarını ve bizi yaşattıklarını gördük. Biz de, bizden sonra ki nesillerimizin daha iyi şartlarda yaşaması için tüm gayretimizi gösterdik. Bugünün en modern ülkesini gençlerimize ve  çocuklarımıza hazırladık. Onlar bugün dünyanın en modern okullarında okuyor, en modern fabrikalarında çalışıyor, en modern hayatı yaşıyorlar.

Peki iyi mi yaptık?

Evet bence iyi yaptık yapmasına da! Gençlerimiz bunları biliyor mu, değerini anlıyorlar mı, pek emin değilim açıkçası. Bizim kadar çalıştıklarından ve ürettiklerinden emin değilim. Hazıra kondular, çünkü artık pek emek sarf etmiyorlar. En iyi okullarda okutmak için onları  hala çabalıyoruz. Ama bir çok genç, uyuşturucu batağına saplanıp kalıyor. Kurduğumuz dünyayı beğenmiyor ve bizi de pek takmıyorlar doğrusu…

Sevimlilikleri zirvede elbette… Gel gör ki, sonrası çok farklı: Sebat yok, dürüstlük vitrin süsü, tutarsız davranışlar olağan hale gelmiş, duygular dalgalı deniz, iş disiplini sıfır, vs… Belliki, toplumumuzun her kesimini ahtapot gibi sarıp teslim alan “anti-sosyal davranış” modeli mahallenin gençlerini de esir almaya başlamış.

Artık gündemden kopup gündelik hayatımızın derin sorunlarına da bakmanın vakti geldiyse, buraya bir not düşmek isterim. Gençlerimiz hakkında parlak laflar etmeye bayılıyoruz. Nasıl olsa, taş atıp kolumuz yorulmuyor ama havamız da oluyor. Bazen de yakaladığımız yerde onları nasihat yağmuruna tutmaya başlıyoruz ki, hiç işe yaramıyor, çünkü söylediklerimiz çocukların baktığı dünyaya uymuyor.

Gerçek tablo tatsız.

Gençlerin büyük çoğunluğu çok erken yaşlarda “tutunamayanlar” arasına katılıyorlar. Ve tabii birazcık olsun hayata tutunabilmek için en kolayını seçiyorlar: Tutarsız sevimlilik, özgüvensiz atılganlık, sadakatsiz bağlılık, empati yoksunluğu

Çok ciddi problem! Bilelim ki, bu problemin sonuçları toplumun gelecekteki hayatını etkileyecek. Eski sıkıntılarla bir tutmamayı; “gençtir geçer” demenin işe yaramayacağını anlamalıyız. Problemi fark etmek ve kavramaya çalışmak önemli bir başlangıç. Uzmanları da bu konuda çalıştırmaya başlamalıyız. (Fakat ne olur, kamuoyuna meseleyi anlatırken “uzmanca” konuşmasınlar!) Pespaye dedikodudan ve “vur patlasın çal oynasın” hayatları alkışlamaktan kendini alamayan yetişkinler gençlere nasıl mütevazı ve vicdanlı bir hayatı önerebilir?

Ancak biz yetişkinler de artık kendi “fotoğrafları“yla yüzleşmeyi göze almalıyız.

Söyleyin…

Sabah akşam işinden ve kazandığı paradan şikâyet eden yetişkinler gençlere nasıl işinde sebat etmeyi aşılayabilir? Anlatabildim, sanırım…
Ama bu konuda masaya yatırıp konuşacak daha çok şey var.

Geleceğimiz olan çocuklarımızın da! Bu yazıdan kendilerine bir paye almaları ümidiyle…

Selam ve saygılar sunuyorum.

Naci ÖZKAN
(06-02-2020)

Yorum Ekle