Ankara’nın Dışkapı semtinde oturduğunu söylerdi, mektup adresi de orasıydı.
İstanbul’a geldiği günün sabahında benden önce gelmiş karşımdaki koltuğa oturmuş olurdu. Yaşı yetmişlerdeydi, artık hareketleri ve konuşması yavaşlamıştı.
Aslen Hopa’dandı. Belinde tabanca ile gelirdi yanıma. Öyle derdi. Silah taşımasını da kendince sebeplere bağlardı. Çay vermişlerse yavaş yavaş içer, bir taraftan da dertlerini, sevinçlerini, amaçlarını anlatırdı; tabancadan vazgeçemeyeceğini defalarca söylemişti. Dükkandan dolayı kardeşiyle bir hukuki meselesi vardı.
Kardeşi Almanya’daymış. Dükkanı ortak almışlar ya da kardeşinden bir buçuk milyon lira almış ve bu alışverişi el yazısıyla teyit ederek evrakı kardeşine vermiş. Böylece dükkana kardeşi ortak olmuş. Bu olayı hemşehrisi bir kişi dışında kimse bilmiyormuş. O şahıs da bu hadiseden beni haberdar etmişti.
Zaman zaman bu olaya girerdi ve baştan sona her meseleyi açık açık anlatırdı. Fakat imzalı evraktan bahsetmemişti. Çünkü bahsetse, benim vereceğim cevabı biliyordu veya bu sırrı kimseyle paylaşmıyordu, paylaşmak istemiyordu. Böyle bir hakkı da vardı.
Son gelişlerinden birinde yine avukatının kendisini sattığını, aldattığını anlattı durdu. Ona iş yerinin avukatlarından birini salık verdim. Buna çok sevindi. Güldü, neşesi yerine gelince bir çay daha içti.
Davalarda avukatların hukuku ihlal etmeleri ve ifade ettiği gibi davayı satmaları söz konusu oluyor mu ki? Neticede iki kardeş arasındaki bir davaydı ve arada el yazısyla yazılıp imzalanmış bir evrak söz konusuydu. Kardeşi bu evrakı mahkemeye sunmuş da zaten. Kaçışı yoktu, dükkan yarı yarıya pay edilecekti. Beni yoran bu kötü, olumsuz kanıya nasıl varmıştı? Sanırım, dava aleyhine geliştikçe vardı bu kanıya.
Araya bir yıla yakın bir zaman girdikten sonra, bir gün baktım, yine gelmiş erkenden, oturmuş beni bekliyor. Hal hatırdan, çay faslından sonra oturduğu koltukta şöyle kımıldadı, yekindi ve yavaşça ayağa kalktı. “Artık davaya çocuklar bakıyor, kardeşimin çocukları ile anlaştılar” dedi. “O halde, dükkan paylaşılacak” dedim. “Çare yok” dedi.
Olayı yeniden başından başlayarak anlattı, kendince bahaneler ileri sürdü. Ben de o gün itibariyle konuyu daha yakından takip ettim. Çocuklar geldi, kardeşinin çocukları geldi, tanıştık, konuştuk, mahkeme karar vermiş, evrakı sundular, üyelik, satış işlemleri konusunda yapılacaklara baktık, ettik ve tapu idaresi dükkanı hissedarlara pay etti. Neticede kardeşi hissesini sattı, dükkanın yeni hissedarıyla bir akrabalık bağı kalmadı. Fakat olayın tesirinden hiç kurtulamadı.
En son gelişinde veya son gördüğümde yahut bir evvelinde yine belinde tabancayla geldiğini söyleyince; “sana polis rastlamıyor mu?” dedim.
“Gelmişim seksenime, polisin benimle işi ne?” dedi. Demek ki bu konuda yaşından güç alıyordu, bu halini de seviyordu. Silahı görmedim de ancak yıllara varan aşinalık münasebetiyle inanıyordum. Bana yalan söyler miydi, onu da kestirmem imkansız.
Davalara girip çıktıkça alışkanlık yapmış ki davanın birisine vekil tayin etmeden kendisi girmiş. Avukatlara kızmış ya, alışmış da, demek ki “bunu ben de becerebilirim” özgüveni gelişmiş kendisinde.
Dava başlamadan hakim, salonda vekil bulunmadığını anlayınca sormuş; “Vekilin nerede?”
Göğsüne işaret parmağını vurarak cevaplamış: “Vekil yok, asıl burada!”
Tabii olarak hakim kendisini salon dışına davet etmiş. Geldi, bu olayı bana anlattı, beraberce güldük! Ama kızmış da. “Nasıl iş ise” dedi, “asıl kabul edilmiyor da, vekil soruluyor.”
Durdu, durdu; “beri bak hele” dedi. “Avukat beni arabasına aldı, mahkemeye gidiyoruz, bana ne dese beğenirsin?”
“Ne dedi?”
“Kanun niye vardır?” diye sordu.
“Sen ne dedin?”
“Anlat da bileyim” dedim.
“Sonra!”
Dedi ki:
“Kanunun suça meyli olmayan, hata bile yapmayan, haksızlıktan, hukuksuzluktan korkan, ahlaklı, şuurlu ve masum insanla işi olur mu?”
“Ya?”
“Kanun suçlu için vardır. Ahlaksız için vardır. Hayasız, namussuz için vardır. Onun da savunması lazım kendini. Genel kabul görmüş düzen içinde, genel hukuka, örfe, nizama uyan kimseye kanun gerekmez. Uyuşmazlıklar, meseleler, ufak tefek olaylar eskiden adına ehl-i vukuf denen insanlarca çözüme kavuşturulurdu. Her dava kadıya, mahkemeye gitmezdi. Kadıya giden davalar, büyük işler, büyük meselelerdi.”
“Benim durumum nedir o zaman?”
“Senin durumun genel kabul görmüş düzen içinde, hukuka, nizama uygun bir anlaşmazlık olayıdır. Ahlaki boyutu yoktur. İnsanoğlu arasında olur böyle şeyler. Düşünme! Çalmadın, çırpmadın, kimsenin kapısını çalmadın, adam vurmadın…”
“Eee?”
“Eesi işte, konudan haberdar oldum, sana da anlattım.”
“Tamam. Çok teşekkür ederim.”
“Ben şimdi gidiyorum, bir arzun, isteğin var mı?”
“Sağ ol. Yolun, bahtın açık olsun.”
O günden sonra görüşmedik. Yaşıyorsa Allah selamet versin, öldüyse rahmet olsun.