Amasya İtimat

Yaşanmış Hayatlar, RUMELİ’DE GENÇLİĞİMİZ KALDI

Gülcan Yenice ERDEM

“Eh biraz da ben anlatayım” diyerek başladı yaşlı çınar Latif Dede.

 “Rumeli’de gençliğimiz kaldı. Dayanamayıp yollarda ölenimiz de oldu, gelip hastalananlarımız da oldu. Çok kayıp verdik. Canımızdan can koptu.

 Samsun’da indik vapurdan. Kalabalık, ana baba günü. İnsanlar nereye gideceğini bilmez. Akrabalar, köylüler bir araya toplanmaya çalıştık. Ben gençtim o zaman, hepimiz gençtik beyaa. Tekrar düştük yollara. Hiç unutmam verdiler Şahin’in sırtına 3-4 yaşlarında bir kız, “kaybolmasın bunu sen götür.” Dediler. Günlerce omzunda taşıdı Şahin o kızcağızı. Kiminin omzunda, kiminin sırtında, kucağında yorganı yatağı ve yiyecek çıkıları (çıkınları) vardı. En küçüğümüze kadar elimiz boş değildik. Düşmüştük yollara. İçimizden bir arkadaş Mustafa Saraç, sağ bacağından yediği kurşunu taşıyan bir arkadaşımızdı. Askerliğinde, Çanakkale’de yemiş kurşunu. Ondan sonra geri hizmet demişler, Onun yaşı bizden büyüktü, savaş görmüş bir askerdi. Mübadele olunca Ordu vilayeti – Ünye’den ona yer vermişler. Ailesiyle önce Ünye’ye yerleşmiş, fakat bakmış bir taraf deniz, bir tarafı dağ. Ünye Kaymakamını bulmuşlar ve dertlerini Kaymakama anlatmışlar.

 “Ben bağ bahçe, tütün bilirim, tütün ekeceğim, bağ yapacağım. Buralarda kalamam”demiş. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa;

 “Anadolu’nun iç taraflarına gitsinler” talimatı vermiş.

 O kocaman kalabalık düştük yollara. Bizim çevre köyler hepimiz Rumeli’nin kuzeyinden, arazilerinden gelmiştik. Deniz bilmezdik. Deniz kokusu bilmezdik. Biz toprak kokusu, acı tütün kokusu, buyday (buğday), misir kokusu bilirdik. İlkbaharda ekinin yeşil kokusunu, yazdan sonra sarı sap karışmış toprak kokusunu bilirdik. Bağ, bahçe, üzüm kokusu bilirdik. Umutla Anadolu’da içlere doğru durmadan yürüyorduk. Su bulsak, sabun yok, ekmek bulsak katık yok. Kirlendik, koktuk, bitlendik, hastalandık. Çocukları korumaya çalışırız bir yandan, hamilelerimiz vardı yol yürüyen. Yaşlıları ve hastaları atların çektiği at arabalarında taşıyorduk. Herkesin arabası yoktu ama, yaşlı ve hastaları kimin arabası varsa o taşıyordu. Hiç unutmam yaşlı bir adamcağız vardı, yola çıkarken hastalanmış;

 “Bırakın beni, dayanamam yollara, ben buralarda kendi toprağımda ölmek isterim. Başka ellerde, başka topraklarda ölmek istemem. Burada köyümün mezarı var, ölen canlarım burada, beni nereye götüreceksiniz? Onlar bana öksüz, ben onlara öksüz kalırım, ölürüm yabancı yerlerde gitmem” demiş.

 Latif Dede, çayından bir yudum çekti, yutkundu nefes aldı, biraz da dinlendi. Sohbete dinleyenleri merakta bırakarak tat vermeyi de pek seviyordu anlaşılan, yavaştan tekrar başladı anlatmaya. Belki de anlatırken tekrar yaşıyordu, kim bilir?

 “Yaşlı hastayı ailesi bırakmamış. Bırakır mı? Nereye kime bırakacaklar. Samsun’a gelinceye kadar vapurda zor idare ettik. Dayanamıyordu adamcağız. Samsun’dan sonra bir yakınımızın at arabası vardı, arabaya aldık . Arabada minderlerin üzerine yatırdık, üzerini örttük ve Kur’ani Kerimi göğsünün üzerine koyduk, tekrar çıktık yola… Burada hiç unutamadığım bir şey anlatayım size; Biz oralardan evlerimizden çıkmadan önce Anadolu’dan Rum’lar gelmeye başlamışlardı. Boşalan yerlere, evlere yerleştiriyorlardı. Boş ev bulamayanları ailelerin yanına vermişlerdi. Biz gidinceye kadar onlarla yaşamak zorunda bırakıldık, aynı evi paylaştık. İstesek de, istemesek de… Vakti gelince, gelenlere bıraktık evimizi, ocağımızı. Ağlaştık ayrılırken, kaderimiz aynıydı .

 “SELAM SÖYLEYİN MEMLEKETİMİZE” dediler. “Toprağımızı koklayın, çeşmemizden su için” dediler.

 Savaşta, düşman iki ülke insanları birbirini kıyasıya öldürürken, biz aynı evin içinde yaşadık, aynı tencereden çorba içtik. Aynı kazanda ısıtılan suda yıkandık. Bitlenmiş elbiselerini yaktık ateşte, kendi elbiselerimizi verdik üstlerine. Arkamızdan ağlaştılar el salladılar. İşte bu ortak acının paylaşımını ve acısını yıllarca unutmadık. Yıllar geçti biz hala insan olarak birbirimize ağlaşarak sarıldık. Düşmanlık sadece savaştaydı. Gelen bir arabada onların da bir hasta yaşlısı vardı. Aynı onu da arabada minderlerin üzerine uzatmış yatırmışlar, yorgan üzerinde, göğsüne bir ikon ( Haç) koymuşlardı. Bakmış kalmıştım, hallerine o zaman. Sonra biz oradan ayrılırken haçlarını duvara astılar. Tam da bizim Kur’ani Kerimin çivisine. “Te şindi biz de aynıyız” dedim. Biz de arabada yatan yaşlı hastamızın göğsünün üzerine Kur’ani Kerim koymuştuk. Hastamızı te öyle taşımıştık buraya kadar. İnsanlar telef olmuşlardı beyaa. Biz de gelinceye kadar onlar gibi bitlenmiştik, kokmuştuk. Bulaşıcı hastalık da yapışmıştı yakamıza. Bu zulüm anlatılmaz, anlatılamaz. Allah yaşatmasın kimselere.

 “O arada toprağı uygun gören gördüğü yerlerde kalıyordu, kimi yoruldu dayanamadığı yerde yerleşmek için kaldı. Dağılarak gidiyorduk. Birbirimizi de kaybetmeye başlamıştık. Git git bitmez, hasta yaşlı adamcağız fenalaşmaya başladı mı bir yandan. “Uygun bir yerde kalalım yerleşelim gitmeyelim daha fazla dayanamıyacak” diyordu ailesi. “Eziyet etmeyelim, mezarını kaldığımız yerde yapalım, gezdirmeyelim hastamızı günahtır” dediler. Oğulları karar verdiler, fakat bir kızkardeşleri evliydi, o da gelin olduğu aileyle yürüyüp gidecekti. Feryatlar etti Babacığını bırakmak istemedi. “Babamı bırakmam, gidersem bir daha göremem” dedi ve feryat figan sarıldı babacığına, yalvardı;

 “Babam… Babacığım ne olur dayan. Dayan iki gözünü seveyim, beni babasız gönderme. Ben seni bırakıp gidersem bir daha göremem, ölürsen mezarını da göremem. İçime dertler koyma babam. Böyle veda etme bana, kıyamam Babam. “ Bitanecik kızım” derdin ya bana, sen de bu kızını bırakma can babam. Ağabeylerim siz de göremeyeceksiniz biricik kardeşinizi, sizi de özlerim dayanamam.”

 Yalvarmalarına kimse dayanamadı. Hastanın başına toplandı kardeşleri, sonra biz de toplandık, Allah dayanma gücü versin duaları yaptık, aldık yanımıza hastayı, hep beraber tekrar yolumuza devam ettik. Tokat’a kadar geldik, ha gayret dedik, Niksar’ı bulduk. Niksar çevresinde istediğimiz düzlüğü bulamadık. Yürümeye devam ederek Niksar’ı arkamızda bıraktık, Kelkit ovasına çıktık ve ovayı görünce sevindik. Tokat, Erbaa, Amasya çevresi ve Yeşilırmağın suladığı topraklara, Kelkit ovasına dağınık bir şekilde yerleşmeler oldu. Çok sayıda muhacir köyleri oldu oralarda. Yaşlı hasta olan adamcağız çocuklarının karar verip yerleşelim dedikleri bu yerlerde ve birkaç gün içinde vefat etti. Yani sözünde durmuş gibi. Allah güç verdi, dayandı adamcağız. Biz de cenazesine gittik vazifemizi yaptık yalnız koymadık onu. Ailesi de bölünmemiş oldu.

 Biz birkaç köy, akrabalar da birbirine yakın köylere yerleştik. Yerleştiğimiz yerlerde nüfus kalabalıklaşınca, daha büyükçe olan Yemişen adlı bir eski köyü kaza yaptık. Adı Taşova olarak değiştirildi. Artık adresimiz Taşova- Amasya oldu.

 Şahin de nişanlısını kaybetti yollarda.

 “Öyle miydi bre Şahin desene?”

 “Öyleydi Latif, öyleydi. Yerleştik evlerimizi kurduk. Anam da dedi;

 “Abe oğlum bulalım yakınlardan birini everelim seni.”

 “Yok be ana, söz verdik elbet bulacağız” dedim. Köyden, köye haberler saldık, aylar geçti, sonunda haber geldi, duyduk ki Sivas’ın Suşehri’nde kalmışlar.

 “Yaa, gittin aldın da geldindi. Atının sırtında getirdin. Üzerinde bir basma elbise, elinde bohçası atının arkasına almış gelmiştin.”

 “Öyle olmuştu Latif, fakirimin çeyizi, gelinliği, sandığı memlekette, köyünde kalmış getirememişlerdi. Hepimiz yoksul geldik. Oralarda toprak zenginliğimiz vardı, uçsuz bucaksız tarlalarımız vardı. Kirez ağaçlarımız; eh bre bree, kirezlerimiz kızardılar mı, o ağaçlar olurdu allı yeşilli. Yemyeşil, dönüm dönüm tütün tarlalarımızı Bıraktık, te öylece bıraktık geldik. Geldik bir canımızla. Yiyecek ekmek bulamadık. Yolda kim vermişti bilmem şimdi, torbasından birer parça ekmek, o da kurumuş, vur kafanı yarar. Kemire kemire yemiştim. Hastalarımıza da bakamıyorduk. Kendimizi toparlayıncaya kadar çok kayıplar verdik. Acılarımızın ardından ne ağıtlar yaktık. Oradan getirdiğimiz türkülerimizi burada söyledik, buradan giden Rumlar da burada söyledikleri türküleri oraya götürdüler, orada söylediler. Söyledikçe de özlemleri çoğaldı. Yerleştiğimiz yerde ilk işimiz, bitlerden arınmak, sabunumuzu almak oldu. Para yoktu, aldığımız bir kalıp sabunu dörde böler öyle kullanırdık. Çabuk bitmesin diye bölerdik.

 “Yaa be Şahin, çok çalıştık, aç kaldık belli etmedik. Sonraları toparlandıkça evlerimizi badanaladık beyaz beyaz yaptık. Ne güzel badana kokusu olurdu evlerimizde. Üstümüzü başımızı temizledik. Kadınlarımız işlemelerle oyalarla bezendiler. Ammaaa; bitli geldik diye Anadolu’nun yerli halkı gözümüzün yaşına bakmadan “bitli muhacirler “ adını taktı bize, silemedik o adı üstümüzden kolay kolay. Kendi aralarında kavgaya tutuşan çocuklar bile “bitli muhacirler” sözünü duymuş öğrenmişlerdi, hakaret olmuştu. Suç işlemişiz gibi sindik önceleri. Muhacirliği bilemediler, anlayamadılar. Sonraları Muhacirlerin temizliği ve medeniyeti getirdiğini öğrendiler. Temiz ve çalışkan dendi bize. Dendi ama, o ilk bitli adı yamandı kaldı üzerimizde.

 Savaşta ayağından kurşun alan ve ayağındaki kurşunla yaşayan Mustafa Saraç, Erbaa’da kaldı, ona nereden istediyse oradan yer verdiler. Evini yaptı yerleştirdi. Rumeli’de arazisi çok genişmiş. Bağları, bahçeleri çokmuş. Lakapları “Bağcılar”mış. Hanımı Nesibe, arazilerinde at sırtında dolaşırmış. Burada nerede at sırtında gezecek, çiftlikleri olmadı ki hiç. Memlekette üç kızı olmuş onlarla geldi, sonra burada Allah ona bir oğul verdi, o da oğlunun adını, KAHRAMAN koydu. Tek oğlu Kahramandan olan torununun adını da Mustafa koydular. Adını taşıyan torunu Mustafa anlatırmış, bacağındaki kurşun yaşlandıkça sızı yaparmış. Mustafa Saraç mülayim, iyi bir insandı. Allah rahmet etsin.

 İnsanlar yerleştikten sonra bile akrabalarını buldukça bir arada olmak için yer değiştiriyorlardı. Kayıpları aramalar uzun sürdü. Doksan sene sonra bile kaybettik dediği kardeşini bulan oldu. Doksan sene bu!.. Kimi sağlığını, kimi mezarını buldu. Kimisi mezarını bile bulamadı. Zengin geldik, fakir yaşadık. Aç kaldık dilenmedik, belli bile etmezdik açlığımızı, yoksulluğumuzu. Şükrettik sağlığımıza. Çoluk çocuk demedik, çok çalıştık kimseye muhtaç olmadık.

 Latif Dede son sözünü söylerken sustu, birden dalıp gitti. Kısa bir an sessizlik sardı. Çaylardan son yudumlar alınırken, sohbetler de bitmeye başlamıştı. Ceviz kokusu tadında, daha çook sohbetler edilecekti bu ağacın altında.

Yorum Ekle