Aşlık, Bulgur Gendürme, Halbur, Evsecek
Şahıslar Hatıralar Hadiseler Gelenekler Mazide Kalanlar
Danacılar, Çakıroğulları, Çakır Ahmetler, Mustafa Çavuşlar, Emin Dayılar, Sohular, Selimler
Birkaç sene, özellikle kış aylarında, daha sabahın köründe, dedemden ağızdan okumak üzere caminin önünden geçerek son sürat koşardık. Caminin bahçesinin sağ kapısından çıkarsak Çakır Ahmetlerin evlerinin önünden, sol kapısından çıkarsak Sadık dayının otluğunun altından geçerdik veya samanlık ve ahırın ardındaki sokağı kullanırdık. Son kırk senede evlerin etrafına duvar örüldüğü için bugün olsa mecburen tanımladığım sokaktan geçmek zorunda kalacaktık. Köye tapu ve kadastro girip ev yerleri ve bahçeleri evrakta, tapuda, kadastro kaydında belirlendiğinden dolayı olmalı ki iş böyle bir yöne doğru kendiliğinden evriliverdi çevriliverdi. Bugün her hane neredeyse duvarlı bahçeli avlulu bir hale dönüşmüş durumda. Sadece bahsettiğim sokak geçiş için yerinde duruyor. Fakat bahsi geçen geçecek olan otluk, samanlık, ambar, soku taşı ve ahır artık tarihte kaldı. Bir daha geri gelmez…
Gelse bile en azından ben görmem! Dünya dodi gibi dönüyor. Kim nerede yaşıyor veya kimin evlâd ü iyali nerede ikamet ediyor? Kim kimi yakinen tanıyor? İnsanlar birbirinden kaçıyor ki aman bir zararı dokunmasın! Geçti artık…
Hey gidi koca dünya! Fıldır fıldır dönmene bak sen…
Oysa eskilere göre adamlık; “yaralı bir parmağa işemekti!”
Yazıda adı anılan veya anılacak olan nice insan bugün hayatta değil. Çoğu geri dönmemek üzere gerçek âleme göçtüler. Oradan bize el sallıyorlar belki ama manevi âlemi görmekten aciz olduğu için göz, denemek bile istemiyor!..
Kendisinden ve soyundan söz edeceğim Çakır Ahmet oğlu Çakır Ahmet’in ihtiyarlık zamanına eriştim ve karısı Saliç gadingeyi de kendisini de yetmişli yıllarda tanıdım.
Sözünü ettiğim geçiş yolunun hemen girişinde, kuzeyden güneye sol tarafta kalın Pelit ağacı kerestesinden birbirine geçirilerek kurulmuş bir ambar vardı. Hacı Mustafa dayının “ambar boğazı” dediği sistemin ta kendisini bu ambarda görmek mümkündü. Ambar yapımında bölge tabiatında yoğun olarak bulunan Pelit ağacının kullanılması biraz da zorunluluk gibi çünkü ağacın özelliği itibariyle özünde sert bir yapıya sahip oluşudur. Havanın güzel olduğu günlerde, herhangi bir günde, her ikisini ambarın önünde otururken görürdüm. Çakır Ahmet gerçekten de ziyade çakırdı ve sakalları süt beyazdı. Başında fesi veya kalpağı bulunurdu mutlaka. Karısı Saliç gadinge ise gözlük kullanıyordu. Gözlük camları fazlaca kalındı. Dikkatimi çekerdi. Kendilerini tanıdığım yıllarda Çakır Ahmet ve Saliç gadinge ömür yolculuğunda seksen yılı çoktan arkalarında bırakmışlar besbelli…
Pelit ağacı kızıl pelit ve kara pelit olmak üzere ikiye ayrılıyor. Başka türünü bilmiyorum. Resmi lisanda ise meşe adıyla tanınıyor. Kozağına pelit veya kozalak diyorlar galiba! Eskiden dalında kozağıyla birlikte yığma yaparlarmış da kışın mala melale davara verirlermiş yeygü olarak…
Saliç gadingenin Halamaz köyünden olduğunu biliyorum. Ailenin KUMTARLA’ya gelip konaklayan ilk büyüğü Ahmed’in de yeşleştikten sonra Halamaz’dan evlenmiş olabileceğine dair kuvvetli bir his içimde devinip duruyor. Of’tan çıkıp gele gele Ladik kazasının Kızoğlu köyüne yerleşmişler. Sohular kabilesiyle ya burada tanıştılar veya önceden akraba idiler; bugünden düne bu hususta herhangi bir şey söyleyebilmek zor. Tabii ki Kafkasya, Erzurum ve Of üzerinden Sonusa kazasına kadar kaç yıl geldi geçti; nerelerde konakladılar ve yerleştiler? Helbette yolculuk uzun, mal melal, çoluk çocuk, yaz kış derken nihai olarak nerede temekkün olacaklarına dair planlarının olduğundan da hiç emin değilim.
Kumtarla:
Dört kardeşler. Oba’da Mercimek’te Arpaderesi’nde ve Dereli’de yerleşiyorlar.
Aralarında bugüne değin devam eden bir münasebet var mı? Doğrusu bence yok!
Benzer konuların cevabını bulmak için zaman makinesine binip yirmi sene, otuz sene, kırk sene geriye doğru zaman tünelinde yolculuk yapmak gerekiyor. Gerekiyor çünkü, o yıllarda torunları Şevket yaşıyordu, Mehmet yaşıyordu, Abdullah yaşıyordu, Kazım yaşıyordu. Sohu’nun torunu Koca Memmed ve Selimlerin Devrüş henüz hayattaydılar.
Yerini tarif ettiğim ambarın arkasında oğlu Kazım’ın evi vardı; ev bugün de var. Bina kahvehane amaçlı yapılmış ilk. Çakır Ahmed’in oturduğu evse ambarın tam güney tarafındaydı. Büyük oğlu Tahsin Çavuş’la beraber bu evde oturuyorlardı. Evin doğu cephesinde saçağa yapışmış gibi duran kocaman, kalın ve yaşlı bir dut ağacı vardı. Bu tür dut ağaçlarına “yediveren” derdiler. Köyde “Tokat dutu” ve “yediveren dutu” olarak epeyce dut ağacı mevcuttu bildiğim. Tek tük de karadut vardı.
Son donemde bizim köyde ve Taşova’nın diğer köylerinde dut ağaçlarının soyunun kuruduğunu veya kurumak üzere olduğunu tahmin ediyorum. Zira takibime ve düşünceme göre, meyve ağaçları, ya yaşlandığından, ya odun olarak kullanılmak üzere ya da gereksiz görülerek kesiliyor ve yerine yenisi dikilmiyor, aşı da yapılmıyor. Yanılıyor olabilirim, genellemek olmaz, zaten uygun da düşmez!
“Meyve ağaçlarının neslini, soyunu, sopunu korumak ve neslini yaşatmak insanlık üzerine büyük bir vecibe olmalı” demek geliyor dilimin ucuna ama kime ne diyeceksin? Oysa tabiat ve dahi kainat kendisine zarar ve hasar verdiği için insanla mücadele ediyor, insan da bunu görüyor hissediyor biliyor ama olayın iç yüzüne dönmüyor, anlamıyor, anlamayacak gibi de duruyor…
Ambarın hemen üst yanında küçük bir meydan bulunuyordu ve meydanın tam da ortasına “Soku taşı” koymuşlardı. Yeni yetmeliğimde bahsettiğim bu soku taşında soku dövdüm. Evet, bu işe köy ağzında ‘soku dövmek’ deniyordu. İşin aslında var olan ve soku dövme esnasında meydana gelen deruni ve içsel müzik eşliğinde dört veya beş kişi sokuya “bayra” vururlardı. Buğday sokuda dövülerek bulgur, aşlık ve gendürme haline getiriliyordu. “Bayra” mahsus tasavvur ve tasarımla üretilmiş olup özellikli bir tokmaktır. Taşova “mevgısında” başka bir adla adlandırıldığına da rastladım. Geydoğan köyünde mesela felle diyorlar.
Gendürme de hani şu marketlerde paketinin üzerinde ‘aşurelik’ yazan buğday var ya, işte o! Şehirlerde bu buğdaydan hem aşure hem de keşkek pişiriliyor. Köy halkı ağzında “gendürme” olarak biliniyor. Ötesi dil bilimcilere kalıyor. Gendüme ile keşkek arasında pişirmeden kaynaklı küçük bir farkın olduğu yönünde bir fikre sahibim; umarım yanılmam…
Köyde söz konusu soku taşından başka Hacıdayıların evinin önünde muhtemelen Sakızlık ağacından oyulmuş bir soku daha vardı. Belki başka da vardı ama şu anda aklıma gelmedi.
Yazıyı yazdıktan bir müddet sonra bir adet soku taşının da Sağırların evinin önündeki meydanda Bilallara giden yol üzerinde, tam köşede kaim olduğunu hatırladım. O yıllarda hanelerin önleri henüz duvarla örülmüş olmadığından deyim yerindeyse, soku taşı avlunun ta ucunda, ibikteydi. Hâlâ orada mı, yeri değişti mi veya dünyalık ömrünü tamamladı mı haberim yok.
Şu kadar ki bir sohbet esnasında konuşurken Soku taşının Bilal Çavuşlara ait olduğunu söylediler.
Çakır Ahmetlere ait soku taşının üst tarafında ‘otluk veya sergen’ yer alıyordu. Sergenin ardındaysa samanlık, samanlığın diğer yanında ahır veya hayat vardı galiba. Adlarını saydığım müştemilat şimdi yerlerinde kaim mi, hiç dikkat etmedim, etmiş olsam da unuttum.
“Hayat” Oba köyü ağzında koyun ağılı anlamına geliyor. “Ağıl” ise yine koyun için cereklerle etrafı çevrili üstü açık barınak, sığınak, toplama sahası anlamlarında kullanılıyor. Hayat kış aylarında davarın korunağı ve barınağıdır.
Yarım asır kadar önce insanlar şimdiki gibi değildi; nasıl ifade edeyim, ne diyeyim yani aç gözlü değildi. Hakka, hukuka, hakikate, ahirete dair yüksek inanışları, insanları sahip olma ve mâl etme hususunda biraz olsun engelliyordu. Evlerin önü bütünüyle duvarla örülmüş değildi. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü, vaziyetini, vazifesini, durduğu, duracağı yeri biliyordu. Çevrede görmüş, geçirmiş ehil insanlar bulunuyordu. Ehil insanlara güven vardı, itimat ediliyordu. Herkes her şeyi bilmiyordu, bilse de saygı sevgi vasatında gelişiyordu sohbet muhabbet iş güç tavır davranış…
Kavga, dövüş, gürültü, dargınlık, küskünlük de elbette hayatın ayrılmaz bir parçası olarak karanlık bir köşede vaktini bekliyordu ve yeri zamanı gelince kendini gösteriyordu. İnsanın yaşadığı yerde husumet ve düşmanlık da oluyor kaçınılmaz olarak…
Nasıl diyeyim; hiçbir devirde tozpembe olmadı ki hayat…
Oluyor…
Her şey oluyor dünyada…
Savaşlar çıkıyor olmadık yere de kavga çıkmaz mı olmadık yere?
Eskiden nedensiz ve izinsiz olarak evlerin önünden rahatça geçip gidiliyordu. Örf ve adete ters düşen bir şey de söz konusu değildi. Hürmet, muhabbet, ülfet ve sadakat insanları toplumsal ilişkilerde kaynaştırıyordu. İnsan fıtratından gelen özelliklerle her zaman, her şartta, her koşulda birbirine ihtiyaç duyuyordu, bu da hayatın değişmez bir kaidesi olarak görülüyordu.
Ülkemizde hırsla hınçla tamahla mal edinme, mala, mülke sarılma, tabiatı, çevreyi, dağı, bağı tüketme arzusu, hevesi ve ihtirası 1980 yılından sonra çoğaldı, artarak, abartarak bu günlere geldi çattı ve devam ediyor…
Soku taşı ise türkülerde kaldı:
“Evlerinin önü bulgur sokusu”
Enver Seyhan 2019 Kısmen düzeltme : 2023