Şairlerin duyarak ve hissederek yazdıkları güzel şiirlerin besteleri de güzel oluyor. Bestekârın gıdası aşktır. Bestekârlar sözlerdeki ateşi, yürek yangını ile birleştirerek yaralanmış gönüllere söz ve sesle teselli vermeye devam ediyorlar.
“ Şarkılar Bizi Söyler” TRT’nin Türk sanat müziği yayımlayan bir programının adı. Burada gönül yarasından acı duyanlar kendilerini buldukları şarkıları dinliyorlar.
“Mazi cennetindeki Boğaziçi medeniyeti” ni diriltme çabasıyla anılan yazar Abdülhak Şinasi Hisar ; “ En güzel zamanımız ya hayalimizde atiyi kurduğumuz yahut hafızamızda maziye konduğumuz zamandır.” Der.
Eskiden çalgılı meyhanelerin duvarlarında coşkun müşterilere hitap eden levhalar varmış ve üstünde meslek ve disiplin şuuruna davet eden şu sert ihtar yazılı olurmuş; “Hariçten gazel okumak memnudur (yasaktır)”
Bizler hafızalarında maziye konarak güzel zamanları yad eden nesiliz. Gençlere ; Gençler , biz gençliğin ne olduğunu biliriz ama siz yaşlılığın ne olduğunu bilemezsiniz deyip aşk ve sevgi üzerine affınıza sığınarak hariçten gazel okumak istiyoruz.
Âşık Veysel’in tarifiydi galiba sevdiğine kavuşamamanın adını aşk olarak tarif etmişti koca Veysel. Eskinin platonik aşkları vardı. Tavşanın dağa küstüğü, dağın haberinin olmadığı. Platonik aşklar sevdiği kişiyi onun görünen özelliklerinin ötesine taşıyarak kusursuz gören, hayal dünyasında ona kendince anlamlar yükleyerek seven ve bu duygularla mutlu olan âşıklardı.
Onlar dedelerimiz, ninelerimizin bulunduğu son kuşağın temsilcileri sevgilerini mahrem bir hastalık gibi yüreklerinde gizleyenler ve bizler “ Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan; yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan” diyen kaybettiği gençlik günlerini çağırıp duran nesil…
Oysa zaman değişse de o şehirlerde gene karşılık görmemiş sevgiler üstüne şarkılar söylenmeye devam ediyor. İlkbahar, yaz, mevsim mevsim… Birkaç mektup, birkaç resim. Kalbe dolan o ilk bakış, sevda ile ilk uyanıştır o adı aşktır sevgidir. Kapanmış yaralardandır ama kapanmış olsalar bile dokunsanız sızlarlar.
Bizler şimdi geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün şarkısını mırıldanan kuşağız. Artık yeşerecek bir dalımız yok, yağmurlar yağsa da hoş yağmasa da. Her anını eksiksiz dün gibi hatırladığımız o güzelim yıllarımız habersiz geçip gittiler. Ne diyebilir ki kader; kime şikâyet edeceksiniz bilemezsiniz oysa maziye baktığımızda ne kadar şendik hepimizin mesut olma emeli vardı.
Rüya gibi uçan yıllara, biraz durun, durun biraz desek de, kaybolan günler için hesap sorsak da son ümit de bitmiş kuş gibi uçup gitmiştir. Ne gelen vardır, ne soran acı geçmiştir günleriniz. Yıllar o günler arasından ne çabuk geçip gitmiştir. Bir tel saç dahi yoktur onun hatırasından ama gözlerinizden yüzü, kulaklarınızdan sesi senelerce silinmemiştir.
Ümitsiz bir aşka düşüp hangimiz ağlamadık halimize. Aylar geçti, yıllar geçti gönül yardan geçti mi? Evet tez geçse de her sevgide bin hatıra vardır. Sevda dediğiniz nedir ki; sevda denilen şey yaşayan hatıralar açmadığınız açamadığınız söyleyemediğiniz, derinde, kalp üzerinde kanayan bir yara değil midir?
Sevmenin acı bir arzu olduğunu, sevenlerin sevilmiyor olduğunu, ağlayan gözlerin ne güldüğünü ne de güleceklerini bu derde düşünce anlamadık mı? Tadı yoktur artık onsuz geçen ne şarkının ne sazın.
Şimdi yaptığımız tek şey “Unutulmaz adınla dudakta kal sevgili, hatıran yeter bana uzakta kal sevgili” deyip viran olan kalbimizde sevgiliyi özlemek… Gönül yarasından acı duyanlar, unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben diyerek aşklarını bir sır gibi senelerdir sakladılar geceleri rüyalarında sevdiklerinin isimlerini sayıkladılar sonra hemşerileri İrfan Özbakır’ın şarkısında teselli bulup ömürlerince adım adım her yerde onu aradılar ama aradıkları kalplerinin içindeydi.
Akşam oldu hüzünlendiler, canlandı hayallerinde bütün hatıralar. Hey hat gönüldeki söylemek istedikleri dillerine dolanan hep ızdırap oldu. Onlar derdini ummana döken, asumana inleyen yâre de, ağyare de hal-i derununu söyleyenler, ağlayıp gezdikleri sahilde kendisini sevdiğiyle beraber hissedip, ayda sevdiğinin yüzünü, geceyi öpen sularda sevdiğinin sesini duyanlar, anlatılmaz bin dert ile çileli ömrü geçenler, sokağın ardında, gecenin dördünde, ellerin tatlı uykuda olduğu saatlerde sevdiğinin derdinde olanlar, açık bırak pencereni örtme perdeyi bu gece, sana yaptığım bu şarkıyı rüzgârlar getirebilsin diye serenatta bulunanlar.
Biliyoruz artık ömrümüze bir yirmi sekiz yaş güneşi doğmayacak. Bahar geçiyor, hazan eriyor. Deli gönül yine dertte kederde. Eski hazan bahçelerinden geçtikçe kalbimiz yine üzgün.
Âşık Seyrani söylememiş miydi “ Hüsnüne güvenme ey rü-yi mahım, Niceler bu tarz-ı revişten geçti. (Ey ay yüzlü sevgilim! Güzelliğine güvenme unutma niceleri bu yoldan geldi geçti)
Kalacak sanma bu çağın, bu güzellik solacak o samur saçlara bir gün beyazlar dolacak. İşte bir sonbahar mevsimi daha geldi yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek, yine deli gönlümüz yine bu mevsimde hicranını yalnız başına çekecek ve platonik âşıklar; omuydu yanınızdan geçen, omuydu beni fark etmeyen, endamından eser kalmamış, saçları ağarmış, omuzlar çökmüş diye hüzünlenirken maziyi hatırlayıp saçların tarumar gözlerinde nem ateşe benzerdin küle dönmüşsün diyecekler. Baharla hazan birleşemez ortada yaz var’la gönül acılarına teselli arayacaklar ama yüreklerinin söylediği şarkı değişmeyecek;
“ Solsan da sararsan yine gül pembe- dehensin
Rabb’in bana bir nimeti varsa, o da sensin.
( Ey sevgili, seneler geçse ve artık sen yaşlanıp solsan da benzin yüzün sararsa da benim gözümde gene gül ağızlı çekici bir güzelsin)
Gönül yarasından acı duyanların söyledikleri bu şarkı hiç değişmeyecek ama yüreklerinin bir köşesinde;
Çıksam şu dağların yücelerine
Eş olsam gurbetin gecelerine
İmrenir dururum nicelerine
Bir ben mi murada eremiyorum şarkısı söylenip duracak…
Şarkılar bizi söylemeye devam ediyorlar ancak bir tuşla ulaşılan aşkların kaybolan değerleri gibi bu şarkıların dinleyenleri de azaldı. Oysa;
Ferhat Şirin için dağları delmişti
Mecnun Leyla için çölleri aşmıştı
Zamanımızda aşıklar Tuğçe için kontör yüklüyorlar…