Ecdadımız ne güzel ifade etmiş. Pir söylemiş, bir söylemiş… Yol yordam göstermiş. “Yerin düzeni dağ, milletin düzeni bey” derken devleti kutsamışlar. Devlet kavramına tanıdıkları bu üstünlük Osmanlıyı dünya üzerinde küçük bir aşiretten 600 yıllık bir imparatorluk ömrüne taşımış…
Sanıyoruz muhteşem bir mazinin devlet yöneticileri kemal ehl-i idiler. Kemalatı da gereksiz ve yersiz konuşmamakla kazanmışlardı. O eski kültürün tabiriyle “Kemal ehl-i kemalatı sükûn ile bulmuştu hep”…
Günümüze gelecek olursak devlet büyüklerimizin geçmişin öğüt ve tavsiyelerinden nasip almadıklarına şahit oluyoruz. Onlar için de “Kemal ehl-i kemalatı kelam ile bozuyor hep” diyebiliriz. Çünkü yerli yersiz konuşmaları hem kendilerine hem de devletin onur ve itibarına zarar veriyor.
Yazılı hukukumuz üç alanda “Bilim, yargı ve devlet yönetiminde” yansızlığı tavsiye ediyor ve de bu alanda kin, düşmanlık, tutkunluk gibi duygulara yer olmadığını söylüyor.
Yansız bilim, bilimin ulaştığı sonuçları, gerçekleri olduğu gibi insana sunar. Çernobil olayında ki gibi radyasyondan Türk çayı etkilenmedi diyemez ya da dememeli…
Yansız yargı, yasanın herkes için eşit uygulandığı yargı. Yansız devlette herkes yasa, hukuk karşısında eşittir ilkesinin güvencesidir.
Devlette de ve yargıda bu yansızlık devlet adamlarıyla, ilimde ilim adamlarıyla sağlanır ve uygulanır.
Eğer devletin Başbakan yardımcılığı yapan bir idarecisi tutup binlerce insanın ölümüne sebep olan teröristi ve terörist başını övme anlamını ya da onu şirin gösterme anlamına gelecek sözler söylerse devletin mehabetine ve halkın birlik ve dirliğine zarar vermiş olur.
Gülten Kışanak’ı bir kahvede ya da siyasi faaliyet yaptığı bir alanda dinleyen Diyarbakır cezaevinde gördüğü işkence için vatandaş Mehmet Efendi “O kadar işkenceyi görsem ben de dağa çıkardım” diyebilir ancak devletin Başbakan yardımcısı diyemez dememelidir.
Yine Başbakan yardımcısı Öcalan namaz kılan, oruç tutan, sahura kalkan bir kişiydi. Cumhurbaşkanı baş danışmanı Durmuş Yılmaz Apo dindardı, namaz kılardı, mütevazıydi, afet işleri genel müdürü Yakup İnce; Öcalan’ı nurcuların toplantısına götürseydim terörist olmazdı gibi sözler otuz yıldır ülkemizin üzerine karabasan gibi çöken ve binlerce gencimizin ölümüne sebep olan, kolu bacağı kopan, gözünü kaybeden, sakat kalan gazileri, şehitleri düşünmeden; bebekleri katleden, çocukları yetim, kadınları dul bırakan binlerce yuvanın sönmesine sebebiyet veren katillere masumiyet imajı manasına gelecek beyanlardır. Bunlar devlet adamlığı yansızlığına ve de kimliğine uygun konuşmalar değildirler.
“Söz ola kese savaşı” niyetiyle söylense de bu türlü beyanlar zorlu kış şartlarında canını hiçe sayarak eli kanlı teröristlerle mücadele eden askerimizin şevkini kırar, fedakârlık ruhunu söndürür.
Elbette işkence bir insanlık suçudur. Terör de öyle… Ancak bir yanlış diğer bir yanlışla düzeltilemez. Başbakan yardımcılığı gibi devletin önemli bir görevini deruhte eden bir devlet adamının terörü meşru gösterme gibi bir yanlışı tasvip edilemez. Nitekim edilmemiştir de. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yardımcısının tepki toplayan bu sözlerine katılmadığını beyan etmiştir.
Gayrı meşru yolları meşru gösterme ancak dağa çıkanların savunabileceği bir yaklaşımdır. Terörle mücadelede başarı dağa çıkmayı öven sözlerle değil, dağdan inmeyi sağlayacak politikaları konuşmak ve uygulamakla sağlanır.
Başbakanımızın kuvvetler ayrılığına olan şikâyetine de cevabı değerli hukuk adamı Sami Selçuk’un yazdıklarında bulduk. Şöyle diyor Sayın Selçuk:
“Yasama, gücünü siyasetten alır. Siyaset, kızar, öfkelenir, üzülür, kısaca duygusal tepkilere açıktır. Bu nedenle sık yanılır.
Buna karşılık, yargı soğukkanlıdır, sokağın duygusal tepkilerine kapalıdır. Her şey anayasaya göre yapıldığı için daha az yanılır.
O halde, çıkan yasaların yargı süzgecinden geçmeleri, önemli bir güvencedir. Toplum için, birey için, demokrasi için.
Sonuç olarak; kararları beğenelim, beğenmeyelim, anayasa yargısından vazgeçme lüksümüz yoktur.”