Naci Konyar
Bizim kuşağa hikâyeyi tanıtan ve sevdiren üç yüzün üstünde hikâyesi ile çocukluğumuzda bize merhameti öğreten Kemalettin Tuğcu olmuştur. Refik Halit Karay’ın “Eskici” parçası bu sevdamızı devam ettirmiş, günümüzde de memleket özlemini, doğal güzelliklerini, modern insanın açmazlarını, orta tabakanın sıkıntılarını, Anadolu köylüsünün kültürünü, göç ve değişim gibi birçok farklı konularda yazmış olduğu hikâyeleri ile Mustafa Kutlu olmuştur.
Kutlu’nun hikâyelerini okurken kendimizi kitap okuyormuşuz gibi değil de sanki bir dostla mahalle kahvesinde karşılıklı oturmuş ilginç öyküler dinliyormuş gibi hissedersiniz. Onun hikâyeleri sohbet havası içinde, sözlü kültüre yakın, halk hikâyeciliğinden beslenen bir hikâyeciliktir.
İşte “Beyhude Ömrüm” isimli kitabı bu türden bir hikâyedir. Yazar bu kitabında yitirdiğimiz köylerimizi anlatıyor. Kaybettiklerimizi hatırlatıyor bize. Sıcak bazlamayı, ayran aşını, su değirmenini, kekik kokusunu, yalnız bunları değil sabanı, düveni, horozların ötüşünü, kuşları, böcekleri, manileri ninnileri ve “Kızgın güneşin altında iyice yorulup terledikten sonra bir ağaç gölgesinin altında soluklanmayı ve bunun anlatılmaz tadını…”
Evet, kuzuları, tavukları, karabaşları, dereleri, dedeleri ve nineleri ayrıca darda kalınca birbirinin yardımına koşan ve merhametli yürekli insanlarımızın yaşadığı yitirdiğimiz köylülerimizi anlatıyor Hikâyeci Mustafa Kutlu.
“Beyhude Ömrüm” hikâyesinde insan birçok şeyin yeniden farkına varıyor. Bir bahçe sevdasıyla, bir ağacın çiçek açıp meyve vermesinin sevinciyle; yeni model bir araba alma çabasının arasındaki mukayeseyi yaptırıyor insana. Severek çalışmanın, isteyerek yorulmanın mutluluğunu anlatıyor, anlatırken de kaybettiklerimize değiniyor:
“Her şeyi yavaş yavaş kaybettik. Beti bereketi bile. Önceleri sabanla düvenle alın teri ile güneş altında yanarak elde ettiğimiz çuvallar dolusu buğdayın bir avucu yere dökülse tek tek toplayan, çuvallar dolusu buğdayını su değirmenine götürüp eğer su az ise günlerce bekleyip de un eden, çoluk çocuk tarafından dönüşü dört gözle beklenen bir nesil geçti. Sonra biçerdöverlerle daha az yorularak daha kolay elde ettik buğdayı. Sonra elektrikli değirmenlere gittik. Derken nimet kıymetini kaybetti insanların gözünde, köyde bile ekmek çöpe atılır oldu.
Ardından çoraklaşmaya başladı topraklar. Şehirdeki tüketme zevkini, kolay ve modern yaşamı tadan gençlerin çorak tarlalarla uğraşması, “Boşa Kürek Çekme” oldu. Bağı bostanı ekmek yerine üç kuruş para verip pazardan alıverme tembelliğine düşer olduk. Artık her yiğidin gönlünde yatan şehir sevdası… Kimse yaptığı çapadan zevk almaz oldu. Ekmek de biçmek de yük oldu. Emeklerin karşılığı alınamaz oldu. Düğünlerin, manilerin tadı kalmadı ve köyü önce bereket, sonra da gençler terk etti.”
Ve yazarın çocukluğunun köyünü anlattığı satırlar Refik Halit’in “Eskici” hikâyesindeki hüzün tadındadır.
“Çocukluğunun köyünü düşündü bir an. Güvercin mavisi akşamların yaşandığı, huzur ve ümit ikliminin sardığı sokağı ve evleri hayal etti. Duvarların eskimiş yüzünde çocukluğunun izlerini aradı. Bu sokaklarda zamana direnen evler acaba kaç hikâye saklıyordu. Ne çok çocuk yaşardı bu köyde, köyde doğar, köyde hayat kurar, köyde ölürlerdi. Şimdi o köyde geçmiş zaman kokulu hiçbir şey kalmamıştı.”
Maziye ait çok şeyler yazdık. Maksadımız nostalji değil. Gayemiz kaybettiklerimiz aklımıza düştüğünde onları okuyucularımızla paylaşarak acımızı birazcık hafifletebilmek.
Hayatımız çok değişti ve tatsızlaştı. Tüm canlılardan, insanlardan uzaklaştık. Kendimiz için, daha iyi bir hayat şartları hazırlamak için ömrümüzü harcıyoruz. Daha güzel bir ev alma, evde oturma, daha iyi bir arabaya binme ve beton binalarda hapis olma. Oysa büyükşehir insanının en büyük isteği şehrin bunaltıcı kalabalığından uzaklaşıp tabiatla baş başa kalıp kafa dinlemek. Televizyonların yarışma programlarında izliyoruz, gençlerimiz hayvanları tanımıyor, yavrularının adlarını bilmiyorlar, üç dört çiçek ismi sayamıyorlar. Çevremizden ve tabiattan koptuk.
Evet, “Hayatı sevmeyi, güzel görmeyi ve küçük gibi görünen şeylerdeki büyük mutluluğu kaybettik.” Büyükşehirlerin sıkıcı hayatı içinde günü yaşamayı unuttuk. İnsanın elleri ile attığı tohumdan filizlenen buğdayların büyümesini seyretmekten yoksun kaldık. O hayatı tadanlar, köy hayatını bilenler o hayatı özlemle anıyorlar. Her iki hayatın şehir ve köyün mukayesesini yapıp köye dönemeyişin ıstırabını yaşıyorlar.
Şimdilerde köylerde öğrenci kalmadığı için okullar da kapandı. Köyde birkaç ihtiyarın hayali, yüreklerinde evlat hasreti, çocuklarının tüm ısrarlı çağırmalarına rağmen şehirden uzak durup, köy topraklarında ölme sevdası kaldı. Sonra onlarda birer birer ecel teskeresini alarak köyü terk ettiler.
Büyükşehirlerde köye dönemeyişin ıstırabını yaşayanlar ise ölmek için köye dönmeyi düşünüyorlar ya da vasiyet ediyorlar. O nesilde sadakatten ve toprağa bağlılıktan beslenen o ruh hala yaşamaya devam ediyor.
Köylerimizin hazin hikâyesini Mustafa Kutlu yazdı. Türküsünü Ferdi Tayfur söyledi: “Hadi gel köyümüze geri dönelim.”