Amasya’dan üç, Taşova’dan iki canımızı Van depreminde yitirdik. Hayatlarının baharında kaybettiğimiz iki kardeşimizin cenazelerini almak için Van’a giden bir arkadaşımız orada gördüklerine dayanarak gerçeği iki cümle ile özetliyordu.
“Deprem öldürmemiş, binalar öldürmüş.”
Okumaya niyeti olmayan haylaz öğrenciye öğrenmesi için öğretmenin 100 defa yazmasını istediği cümle gibi biz de ülkemizi yönetmekten sorumlu olanlara milyon kere, milyar kere yazmalarını isteyerek hatırlatmada bulunuyoruz.
“Ülkemiz bir deprem bölgesidir, Türkiye bir deprem bölgesidir”
Ve tekrar tekrar yazılıp akıldan çıkarılmamasını istediğimiz ikinci cümleyi hatırlatıyoruz.
“Deprem öldürmez; Binalar öldürür.”
Evet deprem öldürmez, insanları depreme dayanıksız binalar öldürür. Oto galerisi için kolonları kesilen beton yığınları öldürür.
Bilim depremin ne zaman olacağını haber verecek kadar ilerlemedi henüz. Ama depremle yıkılan yörelerin birinci derecede deprem bölgesi içinde, tehdit altında olduğunu söyleyebilmekte. Bilimsel çalışmalar da bu bölgelerin kaçınılmaz şiddetli depreme hedef olacağını önceden tespit edebiliyor.
Bu tespitler yapılabildiğine göre şimdi karar verici konumda olanlar bu ülkeyi ve insanları seven ilim adamlarını, politikacıları, bürokratları toplayacaklar bir araya gelecekler;
“Yahu ne diyorsunuz, gelin bir daha konuşalım. Ülkemiz deprem bölgesi… Her depremde binlerce canımızı yitiriyoruz. Acılar yaşıyoruz. Depremin ne zaman olacağını bilemiyoruz ama deprem bölgelerini biliyoruz. Ne yapalım? Konutları depreme karşı nasıl inşa edelim? Nasıl bir denetim mekanizması kuralım ki inşaatçı çalamasın, ev sahibi ucuza çıksın diye malzemeden ve kaliteden tasarruf edemesin, belediye veya devlet yetkilisi yiyemesin. Bunun için hangi yasaları çıkaralım?
Nasıl bir sivil savunma sistemi kuralım ki; depremlerde yaşadığımız o acı tabloları bir daha seyretmeyelim. Deprem olduktan hemen sonra kurtarma ekipleri en kısa zamanda orada olsunlar, insanların yardımına koşabilsinler.
“Afetin verdiği acı ve hüznü dram ve trajediye dönüşmeden nasıl dayanılır ve kaldırılabilir bir ölçüde tutabiliriz.” Diyecekler ve depremde yaşanılan olumsuzlukları bir bir sıralayıp sorgulayacaklar;
Neden hala bir depremin kaç kuvvetinde olduğunu dahi ölçemiyoruz, değişik rakamlar veriyoruz? Binlerce kilometre öteden bilim adamları bunu ölçebiliyorlar.
İngiltere deprem kuşağında olmamasına rağmen kurtarma ekiplerinde hassas dinleme cihazları ile göçük altında kalan insanın nefes alıp verişini bile dinleyebilen aletler bulundururken biz neden susun, gürültü etmeyin diye bağırıyoruz. Çağın insan hayatını kurtaran gelişmelerinden ne zaman haberdar olacağız.
Bu cinayetlerin gerçek sorumlusu çimentodan, demirden çalan katil müteahhitler için ne gibi yaptırımlar getirilebilir.
Bunca deprem deneyimimiz olduğu halde organize olmayı hâlâ neden öğrenemedik? Kriz masaları niçin kuruluyor? Felaket bölgelerinde polis jandarma çadır dağıtımında neden yetersiz kaldı?
Ülkemiz çarpık kentleşme, vurgunla kısadan köşe dönme, çağ atlama serüveninin bedelini ödüyor. Ne hazindir ki bu bedel vurgun vuranlara değil yine gariban halkımıza ödetiliyor. Onlar ölüyor, onlar yaralanıyor, onlar evsiz, işsiz, aç ve acı içinde kıvranıyorlar.
Bu nedenle bize bugün “devletimiz büyüktür” klasik söylemiyle değil, büyüklüğün akılda, bilimde, geleceği planlamada olduğunu gören ve geleceği planlayan devlet ricali lazımdır.
Bize yirmi bine yakın insanımızı yitirdiğimiz 1999 Marmara depremi ve diğer depremlerden ders çıkararak tedbir alan ve depremlerdeki perişanlığımızdan utanan, sıkılan, yüzü kızaran adam gibi adamlar lazımdır.
Nerede bu bilim adamları, nerede bu politikacılar, nerede bu bürokratlar, nerede bu insanı ve ülkesini seven karar verici konumdaki insanlarımız?
Taşovalı Oktay öğretmen, Emel öğretmen, Ercişli Yunus ve depremde yitirdiğimiz görev şehidi tüm öğretmenlerimiz size haykırıyorlar ve soruyorlar;
Hayatımızın baharında bizi toprak eden bu sistemi sorgulayacak KİMSE VAR MI?
Allah’ımız milletimize bir daha böyle acılar yaşatmasın.
Ölenlere rahmet, yaralılara şifa…