Amasya İtimat

HAYAT BİR HİKAYEDİR Enver Seyhan

0
297
Enver Seyhan
Hayatı birebir yaşamak için hayatın içinde olmak lazım. Mermer salonlardan, model arabalardan, asri binalardan hayatı izlemek, hayatı takip etmek, hayata bir şeyler katmak mümkün değildir. Yaşamayan veremez; duygu veremez, his veremez, gönül veremez, gül veremez, el veremez, mal veremez, yardım veremez, güzel göremez, fedakarlık edemez.
Çünkü yaşamak ayrı bir şeydir. Yaşarken yorulmak var, kırılmak var, koşmak var, taşmak var, düşmek var, yokuşları, engelleri aşmak var. Yüreği kanamayan ağlayamaz, gönlü hassas olmayan yara bağlayamaz!
Her canın bir hikayesi vardır. Her can nefes alır, her can bir umut dalına tutunur. Gönülden geçenlerin alayı ömürden geçmez. Ömürden geçenler akla hayale gelmedik şeyler olabilir; gönülden geçenlerle ömürden geçenler hiç mi hiç bağdaşmayabilir…
Hayat bir kısa serüvendir. Hayat acı tatlı duru kuru maceradır. Kimine gülümser sabah güneşi, kimini rüzgar, fırtına, yağmur karşılar.
Öyle ya!
“Her aşığın bir ahı var!”
Burada yaşanmış olaylardan bir kaç kısa hikayeye yer vereceğim. Umudun ipine sarılmak, tırmanmak ve muvaffak olmak var; umudun ipine sarılmak ve ipin kopmasıyla beraber yere kapaklanmak var.
“Ikbala! Ne çıkarsa bahtına!”
* * *
Birinci Hikaye:
Yazar:
A.Yavuzer Uzunefe
Emekli Öğretmen
İzmir
BİR HAYATA YELKEN AÇARKEN BİR BAŞKA HAYATI YARALAMAK…
Her şeye uzaktan bakan çocuklar vardı. Hep geride dururlardı. Çağırırsam gelirlerdi. Etkinliklerde görev almak istemezlerdi. Kendine güvenleri eksik, mutsuz, endişeli ve kaygılı…
“Ya ben de terk edilirsem, beni sevselerdi böyle yapmazlardı. Ben yaramazlık yaptım diye mi annem babam boşandı?”
Okuttuğum sınıflarda boşanan aile çocuklarını çok gördüm. Bir öğrencim teneffüs olduğu halde sınıfta oturur bahçeye çıkmazdı. Önceleri arkadaşlarıyla sorunu var zannettim. Yanına oturdum, “seni üzen ne varsa konuşalım, aramızda kalacak” dedim. “Babam okul bahçesinin duvarına beni görmek için geliyor. Annem sakın yanına gitme” diyor. “Ben babama sarılmak istiyorum, özledim ama ya annem duyarsa” dedi.
“Gel okul bahçesine birlikte çıkalım, baban oradaysa ona merhaba deriz” dedim. Sevinçle fırladı bahçeye çıktık. Babasının beklediği köşeye gitti. Baba diye bağırdı. Ben de yaklaştım, “Özgür çok iyi, derslerinde de çok başarılı” dedim. Özgür’ün gözleri parladı, “öğretmenim daha da çok çalışacağım” dedi.
Ertesi gün annesini çağırıp konuştum:
“Eşinize öfkenizi çocuğunuza yansıtmayın, onun duygularına siz yön verirseniz hata edersiniz” dedim. Ondan sonra her teneffüs zili çaldığında Özgür koşarak bahçeye çıktı.
Boşanan aile çocukları, arkadaşlarının anne babası birlikte okula geldiği zaman kinlenirler, gözlerinde nefret olurdu. Ama bu nefret gördüklerine değil kendi ailelerineydi sanırım. Öyle ki içlerindeki o boşluk ve güven eksikliği ömür boyu kolay kolay atılmaz…
* * *
İkinci hikaye:
Yazar:
Safinaz Makasoğlu
Emekli Hemşire
Ressam
Amasya
ERTESİ SABAH SELA OKUNDU
Sene 1979 – 1980 yılları arasıydı. Meslek hayatımda içimi buran çok olay oldu. Uykularımın kaçtığı, sabaha kadar ağlayıp çırpındığım olaylar yaşadım. Bunlardan biri de sabaha karşı kapımın çalınmasıyla başladı. Kapıyı açtım. Adam ağlayıp yalvararak, “karım çok zorda, doğum yapacak” dedi. Gariban bir adamdı. Hemen doğum çantasını alıp evine gittik. Toprak kerpiç bir ev. Tahta sedir. Sedirin üstünde çaput minderler vardı. Kadın veremdi. Sanatoryumda yatmıştı. “Dogum evde olmaz” dedim. Adam “eline ayağına düştük” diye yalvarmaya basladi. Neyse doğum başladı. Prematüre kadar küçük, iki tane bebek doğdu.
Doğumdan sonra yapılacak her şeyi yaptım, evime geldim. Aradan iki gün geçti. Doğum yaptırdığım kadın bir çıkının içinde pancar toplamış, bana geldi. “Hakkın geçti, “azımı çoğa tut” dedi. “Ebe hanım, benim için doğum yaparsan ölürsün dediler, ama ben ölmedim yaşıyorum” dedi ve vedalaşarak ayrıldı, gitti.
Ertesi sabah selâ okunuyordu. Kadın ölmüştü. Pancarı henüz duruyordu. Onun bembeyaz yüzü, zayıf hali, incecik parmakları, kapkara gözleri gözümün önünden hiç gitmedi!
* * *
Üçüncü hikaye.
Yazar:
Safinaz Makasoğlu
Emekli Hemşire
Ressam
Amasya
BEDELİ VAR MI?
1977 – 1980 yılları arasında Çorum ili Osmancık ilçesi köylerinde görev yaptım. Şimdi düşünüyorum, akşama kadar masa başında tırnak törpüleyen, torpille memur olan kadın bizden fazla maaş alıyor. Bir de adaletten, haktan, hukuktan bahsediyorlar. Ben görev yerime iki tane kız çocuğu ile gitmiştim. Biri 11 öteki 2 yaşındaydı. Elektrik olmadığı için akü ile çalışan bataryalı televizyon almıştım. Lambalı uzun bir radyom vardı. Bana bağlı köylere gitmek için Peugeot marka iki vitesli mobilet satın almıştım. Mobiletimle, sağlık çantam mobiletin sepetinde, sırtımda çifteli tüfek, belimde domuz kurşunları, ıssız yollardan köylere giderdim. İğnesi, pansumanı, derdi olan benim yollarımı beklerdi. Mobiletin sesini duyan önüme çıkardı. Hepsiyle ilgilenirdim. Sıcacık ortamda, sohbetle içilen semaver çayının ardından, baska bir köye yollanırdım. Ben de tahsil yaptım, ben de diyorum, adalet nerede? Sefillik ve olanaksızlıklar içinde ömrüm gitti. Bedeli var mı? Varsa bu bedeli kim ödeyecek?
Kalem eğri dilli.
Mürekkep kara sözlü.
Kağıt iki yüzlü.
Ben şimdi kalkıp da derdimi kime yazayım?
* * *
Hayatı daima canlı tutan küçük ve özel hadiselerdir. Acı tatlı bulanık duru yaş kuru yaşanmışlıklardır anlam katan hayata. Hiç kaale alınmamış ve belki de alınmayacak olan yerlerde değerli ve kıymetli ömürler geçer ve tükenir. Bahar gelir gelmesine de kimi baharların üstüne kırağı düşer…
Hikayeler hayatın anlarını hususi taraflarını hatıralarını gözlerden ırak olanlarını anlatırlar. Görmek ve hissetmek önemlidir. Belki sağanak yağmurdan sonra coşup taşan sel, kıyılarını yıkarak bağıra çağıra ağlıyordur da kimselere duyuramıyordur sesini…
Hikayeler bu duyulmayan seslerdir…

Yorum Ekle