Bugün derin bir tahassürle özlemini duyup, gıpta ettiklerimiz geçmişin yaşanan gerçekleriydi. Hep iç geçirir hayıflanırız. Eski günler güzeldi sohbeti yaparız. Bu doğruydu. Çünkü bir mahallede yaşıyorduk. Orada yaşayanlar birbirlerini tanıyorlardı.
Çocukluk arkadaşlığı, asker arkadaşlığı, hısım akraba, cami cemaati gibi sıcak ilişki mekânlarıydı mahallelerimiz. Hastanın hastalığı, fakirin fakirliğinin bilindiği komşuluklar yaşanırdı orda.
Oysa zamanımızda alamadığının fakiri olan günümüz insanı beton bloklar içine koyduğumuz eşref-ü mahlûkat modern sitelerde bir birini göremiyor ve tanıyamıyor. Belki sadece bindikleri arabalarının markalarını, yazlıklarının adreslerini hatırlıyor.
Böyle olunca da geçmişin güzelliklerini barındıran bir hikâye okuduğumuzda hem hüzünleniyor hem de zamanımızla karşılaştırıp neler kaybettiğimizin idrakinde oluyoruz.
Paylaşacağımız tahta kaşık hikâyesi Rize’nin yayla evlerinin birinde geçen yaşanmış bir hikâye…
Karadeniz’in büyük çoğunluğunun olduğu gibi, yaylalarda evleri var. Yayla zamanı mutat olarak aileler mezraya çıkıyorlar. Orada barınak olarak kullandıkları yerel söyleyişle “korop” adını verdikleri evlerde kalıyorlar.
Rizeli aile yayla evine geldiğinde değişik bir görüntü ile karşılaşıyor. Evde kış aylarında birileri kalmış. Ocağın yanında ağaç parçaları ve yongalardan oluşan bir yığın görüyorlar. Rizeli aile yayla evine yerleşiyor. Ocağın yanındaki odun yığınını yakmaya başlıyorlar.
Bir zaman sonra yığının altından şimşir ve kızılağaçtan yapılmış birkaç düzine iyi cins tahta kaşık ve birkaç tanede tahta kepçe çıkıyor. Rizeli aile o kaşıkları yıllarca kullanıyor, bir kısmını da komşulara veriyor.
Yayla evinin sahipleri bir kış boyu evlerinde barınan tahta kaşık ustalarının bıraktıkları kaşık ve kepçelerin “korop”un hakkını teslim, evin sahibiyle de helalleşme niyetiyle bıraktıklarını anlamışlardır.
Aşina olduğumuz bir hikâyedir; cetlerimiz ila-yı kelimetullah için Viyana kapılarına doğru akın ederken, askerlerimizden biri bir bağdan bir salkım üzüm koparacak olsa, onun tutarını bir kese içinde asma dalına asarmış.
Barındığı, ağacından yararlandığı evin sahiplerine yongalar arasına bıraktığı kaşıkları armağan ederek helallik dileyen bu güzel insanlar bizim insanlarımız, gelenekte bizim geleneğimiz.
Zamanımıza intikal eden bu hikâyeler asırlar önce yaşanmış cetlerimizin günümüz insanına bırakmış olduğu manevi miraslardır. Bu hikâyelere dudak bükmek, küçümsemek atalarımıza hürmetsizlik manası taşır.
Ahmet Kabaklı Hocamızdan okumuştum. Değerli hocamız; Orta Asya’dan Balkanlara toprağı vatan yapıp onun altında yatan aziz ölülerimiz için anlatılan efsane ve menkıbelerin hor görülmemesi ve onlara saçma şeyler gözüyle bakılmamasını söylüyordu. Vatanın hangi köşesinde, yitirdiğimiz hangi yurt köşesinde o hikâyeler söyleniyor, anlatılıyorsa oralar vatandır. Efsaneler manevi vatandır diyordu değerli hocamız.
Evet, gerçekten biz böyleymişiz. Bir aile gibi yaşayan; herkesin birbirini tanıdığı sevdiği, birbirinin derdini dinlediği, beraber sevinen beraber üzülen, doğumda, cenazede, düğünde, bayramda bir araya gelen bir aile…
Ve haram, helal, hizmet, hürmet, merhamet, şefkat, sabır, şükür, örf adet, gelenek görenek gibi kıymet hükümlerinin var olduğu bir cemiyet…
Bütün bunlar asırlar öncesinde kaldı. O günlerden bugüne cemiyet hayatımızda çok şeyler değişti. Buna rağmen bir kitap sayfasında okuduğumuz tahta kaşık hikâyesi yüreğimizde bir burukluk yaratıyorsa cetlerimiz hala gönlümüzde demektir.
Zahirde olup bitenler bizi aldatmasın. Yaşananlardan ümitsizliğe düşmeyelim. Biz iç güzelliklerle dolu bir gelenekten geliyoruz. Varsın essin değişim rüzgârları, kurudu denilen gövdeden daha nice yeşil dallar fışkıracaktır. Geçmişte yaşayan bu güzel insanlarımızın yüzü suyu hürmetine bu topraklarda daha nice insanlık hikâyeleri yaşanacak ve nesiller bu hikâyelerden gereken dersi çıkaracaklardır.