İnsan “hep bana” der, insan ben iyi birisiyim der, insan yardımseverim der, insan karşımdakini düşünüyorum, doğru kararlar veriyorum der. Der ama acaba gerçekten öyle mi?
Nasreddin Hoca’dan “Bir avuç daha” adlı fıkrayı bu doğrultuda bir değerlendirelim:
Hoca Nasreddin’in ekin ekmediği, harman savurmadığı bir yıl bile yoktur. Ama mahsulünün yarısını el almış, yarısını yel almış. Kendini en önde düşünüp de (hayatını düzenleyip de yada bir düzen kurup da) samanını samanlığına, arpasını arpalığına atamamış. Eee , yılanca yılan toprağı kanaatle yalarmış (Yılan bile toprağı vezniyle (ölçülü) yalarmış); Hoca düşünmüş, “Şu eşeğin yemini biraz indirirsem, pulu mu dökülür?”, bir avuç azaltmış yemini. Bakmış eşekten şikayet yok, “Eşek, yine aynı eşek, bir avuç daha eksiltsem, teli mi dökülür?” Diye düşünmüş. Bir avuç daha eksiltmiş. Eşek yine yakınmamış.
Mübarek adam, eşeğin garibanını buldu ya, gayrı indirdikçe indirmiş; eksilttikçe eksiltmiş; derken eşeğe bir durgunluk çökmüş. Fakat Hoca hiç oralı olmamış, biraz daha azaltmış. Bu defa eşeğin mecali kalmamış yürümeye, Hoca yine ciddiye almamış. Günlerden bir sabah eşeğin yanına gittiğinde ne görsün, nalları dikmiş zavallı.
O zaman Hoca, dövünmeye başlamış;
— “Vah, eşeğim, vah! Ne güzel alışmaya başlamıştı. Neredeyse susuz, yemsiz de yaşamaya alışacaktı ki ecel müsaade etmedi” demiş.
Burada Sakal Delili dediğimiz Sınırın Kaydırılması ile karşılaşıyoruz. Eğer orta nokta (veya sürekli ve tedricen engelleyici gerçek), kuvvetli-zayıf, iyi-kötü, siyah-beyaz, gibi zıtlar arasındaki gerçek farklılıkların var oluşu hakkında da şüpheye düşürecek şekilde kullanılırsa Sakal Delili yanlışı yapılmış olur. Yemi bir avuç eksiltince bir şey olmaz; bir avuç daha eksiltince yine bir şey olmaz; bir avuç daha; bir avuç daha…
Sınır nerede? Nerede durmak lazım? Bu fıkrada görüyoruz ki, olaylar konusunda, hayatta atacağımız adımlar konusunda, günlük iletişimde, kişi haklarını korumak ta, ücret, fiyat belirlemede, kısaca her alanda duracağımız noktayı doğru belirlememiz gerekiyor.
Bu fıkrayı niye anlattım bu konuya niye değindim diye düşünüyorsanız hemen söyleyeyim.
Malum bugünlerde asgari ücret pazarlığı var… İşveren de sanki Nasreddin Hoca gibi düşünüyor. Bir avuç daha az verse işçi elden gidecek haberi yok. Ne demiş İsa Peygamber “Sezar’ın hakki Sezar’a”, yani įşçinin hakkını bir avuç daha azaltmak uygun değildir; sayıya değil alım gücüne bakılmalı vesselam.
Ekonomide “opportunity cost’ yani alım gücüne göre değerlendirme vardır. İşveren eğer işçisine asgari yaşam standartlarının altında bir ücret öderse işçi kendisini işine veremez. Nasıl geçineceğini, çocuklarına, evine, hastasına nasıl bakacağını düşünecektir, açıkçası temel ihtiyaçlarını düşünmek zorunda kalınca, işine odaklanamaz. Bu da işindeki verimliliği düşürür. Oysa ekonominin en temel ölçütü verimliliktir. Demem o ki işçi dikkat eksikliği yüzünden bir hata yaparsa onun maliyeti işveren için çok yüksek olur. Bunu belki hemen görmez ama belli bir zaman dilimi içinde anlayacaktır. Hatta bu sorun sonra karşısına büyük maliyetler olarak çıkacaktır.
İşverenin sonradan başına açılacak maliyet sadece çalışanın hak ettiği ücreti alamaması sonucunda değil, fazla iş yükü sonrasında da ortaya çıkar.
Bir günde ortalama 10 işi kaliteli bir biçimde hakkıyla çıkarabilecek bir çalışandan, 10 yerine 15 iş beklentisi hatta baskısı da negatif sonuçlara yol açar. İşin standardı ve kalitesi zamanla bozulur ve yine işverenin elinde patlayan bir maliyete neden olur. Davalar, tazminatlarla uğraşmak yerine herkese yaptığı işin karşılığı ödense bu üretime artı olarak yansır. Yani günü kurtarayım derken hem verimlilik düşecek hem de uzun vadede maliyet artacaktır.
Benden söylemesi…
Zümrüt Aysun Caba,
İzmir 12 Aralık 2021.