Amasya İtimat

YETER Kİ İNAN!

F. Neslihan Yüksel

Her güne aynı şekilde uyansan da, bazı günler diğerlerinden farklı olurdu. Yine her zaman ki gibi, derin uykusundan birşey hatırlamış gibi, telaşla uyandı. Daha alaca karanlıktı. Alışkanlığı üzere, hemen perdeyi aralayıp, sokağı kolaçan etti. Sokak lambası evlerine uzaktı ve sanki onlara küsmüş de, bu tarafa daha az ışık veriyor gibi hissetti. Ama; ay, cömertti. Tam tepede durmuş, her tarafı eşit bir şekilde, yücelerden aydınlatıyordu. Akşamdan beri sürekli kar yağmış, sokak beyaza bürünmüştü. Her bir kar tanesinden bir pırıltı yükseliyordu sanki. Bir taraftan telaşla yağmaya devam eden kar tanelerine, yol gösteriyor gibi. Tüm ışıklar sönük, herkes derin uykularda olmalıydı. Zaten ondan başka hangi aklı selim bu saatte uyanıp da, camdan dışarıyı izlerdi ki? Ama o, en çok da bu zamanları seviyordu. İnsanların herşeyden elini eteğini çekip, uykuya daldığı zamanları. Kıyısından köşesine her bir ayrıntısını bildiği sokağını bir ressam gelip, beyaza boyamıştı sanki…

Eşi, onun bu yarı uyanık uykularına alışık, horul horul uyuyordu.Bu birkaç dakikalık seyirden sonra kalktı, ışığı yakmadan el yordamıyla üstüne birşey alıp, kapının koluna gıcırdamasın diye itinayla çöküp, yan odaya geçti. Gece lambası, siyahın üstünü kırmızıya boyamış da tam tutturamamış gibi, siyahsı bir kırmızıya boyanmıştı oda. Ve tam karşıda, yorganın altında, zayıf, çelimsiz belli belirsiz inip çıkan bir nefes. Sobanın deliğinden tavana vuran, sönmek üzere olan ateşten gelen cansız yansımaları görünce, hemen sobaya biraz odun attı. Birkaç dakika sonra ateş harlanmış, ve sobada çıtır çıtır sesler çıkartarak yanan odunlar, tavanda mola verdikleri danslarına başlamıştı. Odayı saran sıcaklıkla beraber, onun da içi ısınmıştı sanki. Sıcağı görünce, insanın üşüdüğünü farketmesi gibi. Sobadan gelen çıtırtılar yükselince, bakışlarını sabitlediği yorgandan alıp, sobaya kömür attı. Sonra parmak uçlarına basarak, uyandırmamaya çalışarak, yorganı kaldırdı. Elini hafifçe yatakta gezdirdi. Tam da tahmin ettiği gibi, ıslaktı. Anne yüreği “altını değiştireyim ıslak yatmasın mı, yoksa uyku tatlı biraz daha uyusun mu?”soruları arasında gitti geldi. Fakat değiştirmeye karar verdi. Zaten, başka türlüsü de düşünülemezdi. Işığı yaktı. Yatakta hareketsiz bir şekilde yatan, on yaşındaki oğlu hafif gözlerini kırpıştırdı…İşte böyle; her sabah günahına bakar gibi, ta gözbebeklerinin içine bakardı. Ne bulurum, ne okurum o gözlerde? diye. Ama; hiç bir cevap bulamazdı. Her gün oğluna “Uykucu anneni affettin mi?” diye sorardı. Fakat Allah’ın hergünü, koca bir deniz olup boğulduğu o gözlerde bu sorunun cevabına dair, hiçbir şey bulamazdı. Sadece tepkisizce onu izleyen bir çift yeşil göz. Kendini toparlayıp kalktı. Kırılacak birşeyi tutar gibi oğlunu kucaklayıp banyoya götürdü, yıkadı, pakladı. Altına serdiği naylonları, bezleri değiştirdi. Usulcacık kucakladığı oğlunu, itinayla yatağına yerleştirdi. Öptü, kokladı. Ve yatağın yanına konumlandırdığı berjerde yine yerini aldı. Oğlunun elini tuttu. Gözbebeklerinin ta içlerine bakarak,“Hadi be oğlum, kalk artık! Anne de!” dedi. Oğlunun gözbebekleri titredi. Başını, oğlunun yatağına koydu. Elini hiç bırakmadan, derin düşüncelere daldı. Tek huzur bulduğu yerdeydi. Ordan ne zaman ayrılsa, oğlunun yine kafasının üstüne düşüceğini sanıyordu. Tıpkı bir  yaşında iken onu uyutup, kendi de birazcık uyumak için odasına geçtiğinde, oğlunun yataktan düşmesi gibi. Annesini yanında bulamayınca, kalkmış olmalıydı. Daha yeni daldığı uykusundan, çaresizliğine uyanmıştı. Güzel bebeği yerde öyle, hareketsiz yatıyordu işte. Doktor “Boyun ve omurga kemiklerinde biraz hasar olmuş. Bunu vücut tamir edebilir. Ama kesin birşey söylemek zor.”demişti. O gün bugündür, uykular ona haram olmuştu. Çünkü; “Eğer uyumasaydım, oğlum düşmezdi.” diye yıllardır kendini suçluyordu. Anneler gerekirse geceyi gündüze katar, uyumazdı. Gerekirse yemezdi, içmezdi. Anne olduğunda, insana dair ihtiyaçlar olmazdı. Ya da en azından o öyle zannediyordu. Anne, işte böyle mükemmel birşeydi. Bu yüzden, uykusuna yenik düştüğü için, kendini hiç affetmedi. Bilmediği şey, anne olunca insan üstü güçler verilmediğiydi. O da herkes gibi, etten ve kemiktendi. Ama zihnine çizilen bu son resim bir an olsun silinmemişti. Bu yüzden bir marangozun pürüzler olan bir tahtayı törpülemesi gibi, kendini her gün kanata kanata törpüledi. İnsan her duygusunu paylaşsa da, acının böyle bir yapısı yoktu. Hatta bazen; içinde ne yangınlar kopardı da, kendi hariç kimse bilmezdi. Çünkü insan; karşısında havadan, sudan konuşan biri için bu ihtimali düşünemezdi…Bir süre sonra, günden güne zayıflayan bedeni, tüm direnmelerine rağmen, uykuya yenik düştü. Kendini bulutların üstünde buldu birden. Yüreği tüy gibi hafif. Ve tarifsiz bir huzur. Yükseklerden izlemekte dünyayı. Sonra bir çocuk sesi duydu, derinden. “Anne!” Tüm bedenini, buz gibi bir ürperti sardı. Yumuşacık, bembeyaz bulut deryasından, yıldırım gibi aşağıya çakıldığını sandı. Sanki içindeki o sönmeyen yangın, yerini bir tufana bırakmıştı. Bu tufan, içindeki o yangını söndürmekle birlikte, canını çok yakmıştı. Sanki içindeki alevleri söndüren su değil de, koca külçeler halindeki buzdu. Yüreğinin kaskatı kesildiğini sandı biran. Sonra elinde bir sıcaklık! Bir nefes! Sonra dünyada duyabileceği en güzel ses! Öyle sıcak, öyle derin. Yüreğini bir anda ısıtan. “Anne!” diyordu. Rüyadayım sandı. Gözlerini açacak cesareti yoktu. “Açarsam, bu güzel rüya biter!” diye korktu. Elinin bir el tarafından hafifçe sıkılmasıyla birlikte kendine geldi. Sıkı sıkı tuttu avucundaki eli. Yavaşça araladı gözlerini, rüyasının bitmesinden korkarak. Ve göz bebeklerinin ta içine doğru sevgiyle bakan, yeşil gözlerle göz göze geldi. Zaman durmuş, gözleriyle konuşuyorlardı. Yüreği kuş olmuştu da çıkacaktı sanki. Tarifi imkansız bir duygu seline kapılmıştı. Oğlunun üstüne kapanıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağlama der gibi, elini sıktı oğlu. Uzun süren ve sert geçen bir kışın ardından, bahar gelmiş gibi hissetti.Derin uykusundan uyanan baba da duyduğu seslere koşup gelmişti. Oğlu sürekli anne , an-ne diye mırıldanıyor, eşi ise;“Oğlum! Oğlum!” diye bağırıyordu. Gördüğü manzara karşısında dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başlamıştı. Çünkü o; bu ihtimale hiç inanmamıştı. Ama eşi; tüm kalbiyle inanmıştı. İnanmak gerekti. Tüm kalbiyle inanarak istemek gerekti. Kim bilir? Belki de inanmadığımız için, istediğimiz çoğu şeyin sahibi olamadık. Belki yeterince inanmadık ve inandıramadık.

Yorum Ekle