Uzak Doğu gezimiz sırasında yaşadığım bir an, bütün yolculuğun yönünü değiştiren bir düşünce kapısı açtı bana. 2 Aralık’ta başladığımız bu yolculuk, ilk başta sadece yeni ülkeler, yeni tatlar ve farklı kültürler tanımak için çıkılmış bir seyahat gibi görünüyordu. Fakat 6 Aralık sabahı Kamboçyalı arkadaşımızın gözlerindeki tedirginlik, bana dünyanın neresinde olursak olalım barışın ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Kendi ülkesine dönemiyordu, sınır hattında çatışmalar başlamış, Tayland uçakları bomba yağdırmış, hatta havaalanına yakın olan evinin yakınına bile bomba düşmüş. Bir insanın kendi toprağına adım atamamasının taşıdığı acı, gözlerinden okunuyordu. Birlikte Kamboçya’ya geçmeyi planlamıştık; ama onun içindeki korku ve belirsizlik bize bu yolculuğun ertelenmesi gerektiğini anlattı. O konuşurken, ben hem onu dinledim hem de kendi ülkem adına derin bir endişeye kapıldım. Çünkü anlattıkları bana çok tanıdık geldi: haritaların masa başında çizildiği dönemleri, sınırların sömürgeciler tarafından keyfi şekilde belirlendiği yılları ve bugün hâlâ o çizgilerin acısını çeken halkları düşündüm.
Kamboçya’nın yüz yılı aşkın süre önce Fransız sömürgesi altında haritalara hapsedilmiş kaderi, bugün bile hem Tayland hem Kamboçya halkının üzerinde bir yük olarak duruyor. Fransız haritacıların cetvelle çizdiği sınırlar, bu iki ülkenin tarihine, kültürüne ve halkların gerçek yaşantısına hiçbir şekilde uymuyordu. Şimdi bir Kamboçyalının evinin yanına bomba düşüyorsa, bunun sorumlusu sadece bugünün siyasetçileri değil; bir asır önce kâğıt üzerinde alınan kararların yarattığı yıkımdır. O anda şunu düşündüm: Eğer sınırlar kâğıdın üzerinde çizilebiliyorsa, insanların kaderi de aynı kolaylıkla çizilebiliyor demektir. Ve bu durum bana, kaçınılmaz şekilde, kendi ülkemin içinde bulunduğu coğrafyayı hatırlattı.
Ortadoğu coğrafyasına baktığımda aynı oyunun bir başka versiyonunu görüyorum. Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Irak, Libya… Her biri farklı yöntemlerle ama aynı hedefle zayıflatıldı. Kimi iç savaşla, kimi mezhep çatışmalarıyla, kimi terör örgütleri aracılığıyla, kimi ekonomik bağımlılıkla çözüldü. Bu ülkelerin hiçbiri kaderini kendi çizmiyor artık; güçlü ülkelerin masalarında alınan kararların uygulanma alanına dönüşmüş durumdalar. İran’ın sesi kısılmış, Irak fiilen üç parçaya bölünmüş, Suriye harabeye dönmüş, Libya kabile devletine çevrilmiş, Körfez ülkeleri petro-doların rehinesi hâline gelmiş. Ortada tek bir gerçek var: Bu coğrafyanın sınırları artık sahada değil, küresel güçlerin masa başlarında belirleniyor. Bu duruma da süslü bir isim verdiler: Büyük Ortadoğu Projesi.
BOP, aslında bölgede barış getirmek için değil; bölgede kontrol sağlamak için ortaya atılmış bir projedir. Kapitalizmin istediği şey bellidir: kaynaklara erişim, pazar genişliği ve daha zayıf devletler. ABD ve AB’nin çıkarları da bu noktada birleşiyor. Kimin zarar gördüğü ise hiç önemli değil; çünkü o hesap defterinde halk diye bir sayfa yok. Bu gerçeği yıllardır yaşayarak gördük. Küresel aktörler için sınırlar, çıkarların gerektirdiği ölçüde esneyebilir. Devletler, gerektiğinde küçültülür, gerektiğinde iç karışıklıklarla yönetilemez hâle getirilir, gerektiğinde ekonomik olarak bağımlı bırakılır. Suriye ve Irak örnekleri bunun tipik yansımasıdır.
İşte bunları düşünürken bir anda kendi ülkem adına derin bir endişe hissettim. Çünkü bu coğrafyada hiçbir ülke oyunun dışında değildir. Türkiye de bu büyük plana dahil edilmek istenen ülkelerden biridir. Son yıllarda yaşadığımız kontrolsüz nüfus hareketleri, sığınmacı akını, demografinin hızla değişmesi, ekonomik bağımlılığın artması, eğitimin ve kültürel yapının çözülmesi… Bunların hiçbiri tesadüf değil. Bu toprakların direncini azaltmak, toplum yapısını bozmak ve ülkeyi kırılgan hâle getirmek, uzun vadeli bir planın parçalarıdır. Tarih boyunca gördük ki nüfusu değiştirilen ülkeler, kimliğini de kaybeder. Kimliğini kaybeden ülkeler, sınırlarını koruyamaz hâle gelir.
Tam da bu noktada, düşüncelerim beni Atatürk’e götürdü. Onun bu coğrafyayı nasıl okuduğunu, dünyayı nasıl analiz ettiğini hatırladım. Atatürk’ün en büyük farkı, sadece kendi döneminin değil, yüz yıl sonrasının da tehlikelerini görmüş olmasıdır. O yüzden “yurtta sulh, cihanda sulh” sözü aslında bir barış çağrısı değil; bir güvenlik politikasıdır. Atatürk bilir ki devletler barışla güçlenir; ama barış ancak güçlü devletlerin hakkıdır. Ekonomik bağımsızlık, hukuk bağımsızlığı, eğitimde bağımsızlık… Bunlar herhangi bir ideolojik tercih değil, bir milletin yaşaması için en temel şartlardır.
Atatürk’ün bakış açısı bugün hâlâ tek çıkış yolumuzdur. Çünkü dış politikada bağımsızlık, iç politikada laiklik, ekonomide kendi kendine yetebilmek, eğitimde bilim temelli yaklaşım, bizi hem bölgesel projelerden hem de küresel oyunlardan koruyacak yegâne kalkandır. Kapitalizmin, ABD’nin, AB’nin, hatta bölgesel güçlerin bile hazırladığı senaryolara karşı bizi ayakta tutacak olan bu tam bağımsızlık anlayışıdır.
Kamboçyalı arkadaşımın memleketine dönememesi bana bir gerçeği daha öğretti: Bir ülkenin başına gelen felaketler bir günde ortaya çıkmaz. Önce toplum yoksullaşır, sonra kutuplaşır, sonra eğitim bozulur, ardından nüfus yapısı değişir ve en sonunda sınırlar tartışılmaya başlanır. Bugün Tayland ile Kamboçya arasındaki gerilim, bir asır önce atılan bir imzanın bedelidir. Aynı bedeli yarın başka ülkeler de ödeyebilir. Eğer Türkiye olarak bu gidişatı görmezden gelirsek, bizim de benzer bir oyunun içinde kaybolma ihtimalimiz vardır.
Bu nedenle inanıyorum ki, Türkiye’nin tek güvencesi Atatürk’ün aklı, bilimi ve tam bağımsızlık anlayışıdır. Bu coğrafyada güçlü kalmanın yolu budur. Aksi hâlde, başkalarının çizdiği haritalara mahkûm olmak kaçınılmazdır. Uzak Doğu’da tanık olduğum olay, benim için sadece bir savaş haberi değil; kendi ülkem adına verilmiş bir uyarı gibiydi. Çünkü ateş her zaman düştüğü yeri yakar; ama dumanı herkesin gökyüzünü karartır.



