Televizyon dizileri hayatımızın önemli bir parçası haline geldi. Akşam sofralarının ardından milyonlarca insan aynı anda ekran başına geçiyor, aynı hikâyeleri izliyor. Ama farkında mıyız? İzlediğimiz bu diziler yalnızca birer senaryo değil; toplumun düşünce biçimini, değerlerini ve geleceğini etkileyen güçlü birer araçtır.
Bir zamanlar diziler mahalle hayatını, aile içi sevgiyi, komşuluk ilişkilerini işlerdi. “Bizimkiler” ya da “Mahallenin Muhtarları” gibi yapımlar, samimiyeti, dayanışmayı ve insan ilişkilerini öne çıkarıyordu. Oysa bugün ekranlarda bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız.
Son yirmi yılda televizyon dizileri adeta şiddeti bir “eğlence” unsuru haline getirdi. “Kurtlar Vadisi”, “Ezel”, “Çukur” gibi yapımlarda silah, kan ve intikam sahneleri milyonların gözü önünde defalarca tekrarlandı. Daha da tehlikelisi, bu dizilerdeki karakterlerin kahramanlaştırılması oldu. Polat Alemdar ya da Yamaç Koçovalı gibi figürler, gençler için birer rol model haline geldi.
Bu dizilerin verdiği gizli mesaj açıktı: “Sorunlarını adaletle değil, şiddetle çöz.” Gençler, bu mesajı benimsedi. Sokaklarda dizilerin replikleriyle konuşuldu, şiddet günlük hayatın bir parçasıymış gibi algılandı.
Şiddetin bu kadar sık ve yoğun biçimde ekrana taşınması, toplumun duyarlılığını köreltti. İnsanlar, gerçek hayatta kabul edemeyecekleri sahnelere öylesine alıştırıldı ki, artık şiddet karşısında tepki vermemeye başladılar. Bu duyarsızlaşma, toplumun en büyük tehlikesidir.
Dizilerin bir diğer yıkıcı etkisi aile değerlerindedir. Eskiden televizyon dizileri aileyi; sevgi, saygı ve dayanışma üzerinden işlerdi. Bugünse ekranlarda devasa villalarda yaşayan aileler görüyoruz. Büyük sofralar kuruluyor ama sofraların etrafında ihanet, entrika ve miras kavgaları var.
Bu dizilerin verdiği gizli mesaj nettir: “Aile sevgi için değil, güç için vardır.” Böylece gençlerin zihninde aile, sıcak bir yuva değil; çıkar çatışmalarının mekânı haline geliyor.
Kadın karakterler çoğu zaman eziliyor, aldatılıyor ya da şiddete uğruyor. Erkek karakterler güç savaşlarının merkezinde yer alıyor. Çocuklar ise bütün bu çatışmaların sessiz tanıkları olarak resmediliyor. Oysa aile, çocuklar için güven demektir. Diziler bu güveni altüst ediyor.
Üstelik lüks yaşam, pahalı markalar ve erişilmesi güç hayatlar “aile yaşamı” gibi sunuluyor. İnsanlar kendi hayatıyla dizideki hayatı kıyaslıyor, gençler hayal kırıklığıyla büyüyor. Bu da toplumsal huzursuzluğu artırıyor.
Televizyon dizileri yalnızca bireysel yaşamları değil, toplumsal algıyı da yönlendiriyor. Özellikle Güneydoğu’da çekilen yapımlarda sürekli kan davaları, aşiret çatışmaları, silahlı hesaplaşmalar işleniyor. Böylece bölge sanki yalnızca şiddetle var olan bir coğrafyaymış gibi gösteriliyor. Bu, hem bölge insanına haksızlıktır hem de toplumsal ayrışmayı körükleyen siyasi bir mesajdır.
Diziler aynı zamanda kültürel yönlendirme aracıdır. Karakterlerin giydiği kıyafetler, kullandıkları markalar, konuşma biçimleri, oturdukları evler… Hepsi topluma “ideal yaşam” diye pazarlanıyor. Bu durum gençleri kendi kültüründen uzaklaştırıyor, tüketim alışkanlıklarını değiştiriyor, değerlerimizi erozyona uğratıyor.
Sonuçta televizyon dizileri yalnızca reyting uğruna değil, aynı zamanda siyasi mühendislik ve kültürel tasarım amacıyla da kullanılıyor. Eğer izleyici sorgulamadan bu dizilere teslim olursa, farkında olmadan kendi kimliğinden uzaklaşıyor.
Televizyon dizileri toplumsal bir ayna olabilir; insanları birbirine yaklaştırabilir, değerlerimizi güçlendirebilir. Ama bugünkü tablo bize başka bir şey gösteriyor: Şiddeti normalleştiren, aileyi zayıflatan, kültürü yozlaştıran diziler toplumu doğruya değil, yanlışa yönlendiriyor.
Benim sorum nettir:
Biz mi dizileri izliyoruz, yoksa diziler mi bizi yönetiyor?
İsmail Erdal 09.10.2025 Muğla
Emekli Eğitimci


