Enver Seyhan
Sunucu, benzer şekilde takdim ederdi:
“Muzaffer Sarısözen tarafından derlenen bir Kızılcahamam türküsünü Nezahat Bayram söylüyor.”
“Meşeler gövermiş varsın göversin
Söyleyin huysuza durmasın gelsin
Varmasın kötüye asılsın ölsün
Köt’adamın var ömrünü yok eder”
Bu gavur üretimi teknolojik cihaz, öyle bir cihaz ki her şeyi biliyor. Bilmediği yok. İnsan şöyle düşününce, sırtına ekmek çantasını asıp geri dönmemek üzere, yaylalara çıkası geliyor. Bu kadar bilgiyi, belgeyi kim, ne vakit, hangi zamanda, bu avuç içi kadar cihazın içine koydu?
Elbette cihazın icadı, tasarımı, üretimi, gelişimi, tanıtımı, reklamı, piyasa edinmesi ve alınıp satılması uzunca bir süreç gerektirmiştir. İçine başka başka sistemler, farklı farklı programlar yüklemek icap etmiştir. Dünyada, her ülkede dağıtımı için yıllarca düşünülmüştür. Teknoloji bir gün insan aklına hükmetmek isterse, asla şaşırmam!
Tam da teknolojik birikim ve oluşum o merhalede gibi!
Bu kısa sorgulamanın nedeni var.
Üç çarpı yirmi kuşağındaki hayatımın ilk on beş yılı, geri kalanı olmasa dahi bana hatıra olarak yeter de artar bile. Ne varsa bildiğim, ettiğim ve gördüğüm o günlerden kalmış bana. Gerisinde de elbette unutulmayacak anılarım var. Fakat benim asıl dikkate aldığım ömrümün bu ilk on beş mutlu senesidir. Kötülük, şer, kabahat ve suç her yerde, her ortamda, her asırda tabii ki var. Kötülüğün yeryüzünde kol gezmediği devir yok. Ama bende tatlı anılar bırakmış ki ömrümün ilk on beş yılını hâlâ özlüyorum.
Anlattığım bu, ömrümün ilk on beş senesinde radyo bütün evlere yavaş yavaş girmeye başladı. Fakat o yıllarda insanların gelir seviyesi belli. Daha başka öncelikleri var. Fakirlik ve yokluk yorgunu köylünün tek eğlence aracı da radyo. Bugünkü cep telefonu gibi. Herkes merak ediyor. Herkes evinde olsun istiyor. Vergisi de var. Pil ile çalışıyor. Köylerde cereyan yok henüz. Kış günleri soğuk geçiyor.
Adam boyu kar yağıyor. Davarı olan olmayan var. Sığırı olan olmayan var. Yoğurt yiyen yiyemeyen var. Tarhana çorbası pişiren var, pişiremeyen var. Fakat bir şey var ki; insanlar yardımsever. Hatta her hanede çay içilmiyor. Çay da yüz gramlık paketlerle satın alınıyor ve baca başına konuyor. Herkes de baca başına koymuyor. Nazar değer diyen oluyor, bir kaşık çay isteyen oluyor; mıkır olan oluyor. Bütün olumsuzluklar hep fakirlikten. Sebep ve neden; hepsi fakirlik! Fakirlik insanların belini büküyor. Bir de halk arasında Almanya çıkmış diyorlar. Tabii ki Almanya’da adamı olanların durumu görünüyor. Almanya’da çalışanın, babasının anasının, karısının libası fistanı sakusu ayakkabısı yenileniyor. Belli eden de oluyor belli etmeyen de ama bazılarındaki maddi manevi değişim, sesinden nefesinden kesesinden anlaşılıyor.
İşte bu yıllarda radyosu olanlar şanslı. Ajans dinliyorlar. Gündüz ve gece “Arkası Yarın” takip ediyorlar. Türkü ve şarkı programlarına kulak veriyorlar. O günleri yaşayanlar, o günlerdeki türkücü ve şarkıcıların adını bilirler. Neredeyse radyoda dinledikleri bütün hepsini bilirler ve tanırlar. Elli seneden beriye doğru televizyon da şehirlerde evlere “merhaba” dedi ve ayak bastı. Bir iki yıl içinde köylere bazı evlere televizyon geldi, baş köşeye kuruldu. Komşuluk, tam da bu televizyon hevesinden dolayı; televizyonu olmayandan, televizyonu olana doğru yöneldi. Haram diyenler oldu. Direnenler oldu ama nihayet yüzde seksen her eve televizyon ayağını koydu. Ayağını sokuş o sokuş ki bir daha çıkıp gitmedi. Sadece ak – kara iken pâk oldu; pâk iken rengarenk oldu.
Yıl 1982.
Belki daha önce.
Adamlar öyle uyanık ki bir Dünya Futbol Şampiyonası yılında televizyona rengini verdiler. Demek ki satışlar artsın istediler. Telefunken ve Grundig markaları aklımda kaldı.
Burada hatıra, hikaye ve macera kısmına son vereyim de asıl meseleye geleyim.
Geçen gün TRT Arşiv’de tesadüf ettim. Adlarını hiç unutmadığım dört kadın türkü sanatçısı beni güler yüzle karşıladılar; aynı zamanda, aynı kümedeler. Oldukça heyecanlandım. Aniden hâlden hâle geçtim ve yaşlandığımı anladım. Seneler peş peşe, ne çabuk gelip geçiyor. Sabah yedi buçukta, radyoda sabah haberleri olurdu. Haberden önceki bir saatlik zaman diliminde, aklımda kaldığı kadarıyla Rıfat Aras adında bir sunucu “bu yurdun sesi” ismindeki programı sunardı. Bilmiyorum ki cümle böyle mi kurulur? Meramımı anlatabildiğimi düşünüyorum.
Başlıktan sonra içlerinden birinin adını geçtim. Diğerlerinin adını da birlikte yine geçeceğim. Onlar, dünyayı görüyorlarsa eğer, anılmaktan ve hatırlanmaktan mutlu olurlar. Öyle geçiyor içimden. Bugünün eski devirlerden bir farkı var:
Teknoloji kolaylıklar sunuyor. Seslere ve fotoğraflara ulaşma imkanı veriyor. Ünlü, namlı,
makamlı ve şöhretli kişiler için ise, zerrece sorun yok; yaz adını çıksın gelsin!
Fakat işte, nihayet ölüm ölümdür!
“Meşeler gövermiş varsın göversin!”
Dizede geçen “meşe” sözcüğü bir ağaç adını ifade eder. Bizim yörede “meşe” demezler de “pelit” derler. Doğduğum köyün korusu var. Bu türküyü dinlerken ve duyduğumda, korunun göverdiği güzel bahar mevsimlerini anımsarım. Çocukluğumu, çobanlığımı, okulumu, papatyaların yüzeyini beyaza bürüdüğü yeşil çayırları ve meraları hatırlarım.
Dünyadan gelip geçtiler. Vadeleri yetti, göçtüler. Unutulmasınlar, istedim.
Onlara ve nicelerine rahmet diliyorum.
Yıldız Ayhan
(Ankara: 1938 – Antalya: 2021)
Saniye Can
(Çanakkale: 1930 – Çanakkale: 1996)
Aliye Akkılıç
(Samsun: 1933 – İzmir: 2018)
Nezahat Bayram
(Samsun: 1926 – İstanbul: 2004)
ES
07 Aralık 2024