“Ben…” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Canım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.” dedi.
Yukarıdaki parağrafları, rahmetli İlhan Bardakçı’nın 1972 yılında siyasilerle, iş adamlarıyla beraber yapmış olduğu Kudüs ziyaretiyle alakalı kaleme aldığı yazıdan iktibas ettim. Onbaşı Hasan, Kolağasının talimatına uyarak bir daha Anadolu’ya dönmemek üzere bu mübarek topraklarda, Mescid-i Aksa’da nöbet tutmaya devam etmiştir. Üst üste iki kere yamalı askeri üniformasıyla saygı nöbetinde, hareketsiz, hazır ol durumunda, güneşin alnında son nefesine kadar bu görevi yerine getirmiştir. Onbaşı Hasan, 1982 yılında vefat etmiştir. Ruhu şad olsun!
İnsanın bazı durumlarda nefesi kesilir, nutku tutulur ya, işte o durumdayım. Onbaşı Hasan, kimliğini, kişiliğini tekmil ile arz ettikten sonra rahmetli muharrir ile konuşuyor, harp hakkında bilgi veriyor, kolağasına selam gönderiyor ama nerede? Kolağası çoktan rahmeti Rahman’a kavuşmuştur. Tokat’ın bu asil evladı kolağasının/yüzbaşının da ruhu şad olsun.
Kudüs! Bir değer, bir kıymet! Göklerden gelen rahmet! İnsanlığa, nebilere, peygamberlere, hükümdarlara, komutanlara, din adamlarına nimet! Müslümanlara emanet! Hz. Ömer’den, Selahaddin’den, Yavuz’dan, Abdülhamid’den emanet! Kudüs! Taşlarına kaç peygamber dokundu? Kaç nebinin nidası sevdası kıblesi oldu?Sır küpü taşlar, Davud’un avazını saklıyor. Süleyman’ın kuş dilini biliyor. Zekeriya’dan, Meryem’den, İsa’dan, Yahya’dan ince, mülhem hal var, yol var. Nebi’nin Arş-ı A’la’ya doğru başlayan yolculuğunun hatırası var. Kudüs! Onbaşı Hasan’ın yetimi! Osmanlı Ordusunun, Anadolu’nun sevdası!
Malum zat, imza defterinde bir sayfayı imzaladı ve kameraya karşı açtı, usa elçiliği Kudüs’e taşınacak dedi. Zulüm dediğimiz şey budur. Değer ölçülerini hiçe sayan, kutsallara saygısı olmayan şahısların anlamsız, manasız, sorgusuz, sualsiz yaptıkları işlere zulüm deniyor. Başkalarının, suskunların, mazlumların göz yaşı üstüne ne devlet kurulur, ne mutlu olunur. Yahudi geçmişinden, siyonist yapılanmasından, evanjelist fikriyatından asla taviz vermeyen usa, eski dünyada var olup “dediğim dedik, çaldığım düdük” tarzında bir hal ve tavır sergilemekten geri durmuyor. Bunun eski dünyada, Filistin’de, Mısır’da, Arabistan’da kabul görmesi mümkün değil artık. 2010 yılındaki Arap baharı dedikleri şey bir usa ve yahudi oyunu olmasına rağmen, halkın da uyanmasına, aklını başına almasına imkan sağlamıştır. Ancak, aklını başına toplamak çözüm değildir; ille de güç lazım, ille de silah lazım, ille de para, ekonomi lazım, ille de ahlak lazım!
Bizim de İsrail ile, usa ile ilişkilerimizi en azından ticari sahada asgari seviyeye indirmemiz şarttır. Sertçe bir cümle oldu ama bir gözden geçirme, bir yeniden değerlendirme, düşünme, söz söyleme hakkımız doğdu demek istiyorum. Bilakis, yürürlükteki tohum yasasının İsrail’e yaradığı şeklinde bir takım söylemleri ve iddiaları boşa çıkaracak şeyler yapılmasının günü gelmiştir. Gerçekten, bizim İsrail’den yoğun derecede tohum aldığımız vaki midir? Eğer vaki ise, büyük bir hata değil midir? Milli dava dediğimiz şeyler, değerlidir, kıymetlidir. Çok düşünüp az konuşmak, değerlendirip teknik ve taktik geliştirmek üzerimize vazifedir.
Bir diğer söylem veya şehir efsanesi, kahvehane dedikodusu şeklinde yayılan mesele de Filistin halkının yahudilere toprak satmaları konusudur. Burada, konu gelip yine değer yargılarını ve ölçülerini kenarından, kıyısından zorlamaya başlıyor. Bir kara bulut, şimşek çaka çaka, göğü yıldırımlarla yara yara üstümüze doğru geliyor. “Değerlerinize sahip çıkın” diyor.
Millet, bir arada yaşama sosyal kontratına gönül imzası koymuş bireylerden meydana gelir. Coğrafya, dil, din, tarih, musiki, mimari bu sosyal akdi tamamlar, besler, bağların çelik gibi güç kazanmasını sağlar. Bu açıkladığım unsurlar ülkemizde ve çoğu İslam ülkesinde var mı? El’an mevcut ve fazlası var.
İşte, değer kavramının üstünde bu denli, belki bıktırma, usandırma pahasına durmamın nedeni bu idi. İleride bir gün, toprağını sattı, bugün kendi vatanında mülteci konumuna düştü dedirtmemek için ne olur, üç kuruş için vatan toprağını yabancılara, millet tanımına uymayan şahıslara ve kurumlara satmayı aklımızdan bile geçirmeyelim.
Ne olur, ormanlarımızı, meralarımızı, yaylalarımızı, nehirlerimizi, köylerimizi koruyalım. Ne olur, kutsal mekanlarımızı, camilerimizi, tarlalarımızı, mekteplerimizi muhafaza edelim. Ne olur, fabrika kuralım. Kurulu fabrikaları kapatmayalım. Ne olur, sebze ve meyve çeşit ve türleri hakkında araştırma yapalım. Gerekirse kitap haline getirelim. Toprağı işleme tekniklerini sonraki nesillere yazılı ve uygulanabilir şekilde bırakalım. Ne olur, kaç meyve türü var, kaç hayvan türü var, kaydedelim. Kuru ve muhafazalı çömlekler içinde buğdaydan domatese, elmadan eriğe kadar tohum biriktirelim ve uzun yıllar dayanacak şekilde saklayalım. Dağlara, ormanlara, bağlara meyve aşılayalım. Orman köylüsüne güvenelim, destek verelim. Unutmayalım; eskiler derdi ki; “dünya yedi kere dolmuş, yedi kere boşalmış.” Kaldı ki, kıyametin yarın kopacağını kim söyleyebilir? Ve kim, sahipsiz bırakılan ve yabancıya kolayca teslim edilen değerler konusunda, ahirette hesap vermeyeceğiz, diyebilir?
Değer dediğimiz şeyler, birikimlerimizdir, maneviyatımızdır, maddiyatımızdır, ortak malımızdır. Elimizden çıktığında zor oluyor, zor geliyor, ağrımıza gidiyor, kanımıza dokunuyor, hırçınlaşıyoruz!
Değerlerimiz üstünde oynanan oyunlara karşı sadece dua ederek, göz yaşı dökerek, bağırarak bir yere varmak mümkün değil. Allah’ın düzeni var. Düzen içinde insanlara ve dahi müslümanlara özgü görevler vermiş. Bu görevler zaman içinde değişebilir, ancak özünde hep aynıdır.
Aklımı kurcaladı, aşağıdaki cümleleri yazma gereği duydum. Keşke, şu ülkede üç beş adam olsaydı; mühendis, düşünür, felsefeci. Nasrettin Tusi olsaydı, İbn Fazl olsaydı, İbni Sina olsaydı, Biruni olsaydı!..
Mimari teknoloji bilim üreten, dünya ile rekabet eden insanlar olsaydı! Paraya hükmeden insanların ülkesi olsaydık! Bizim paramızı kendi paralarıyla değiştirmek için ülkelerinde döviz büfesi açmış olsalardı! Onların insanları, bizim ülkemizde üniversite okuyup dil öğrenmek için can atsaydı!
Hadi ordan dediğimiz ülkenin parasının adı ağzımızdan düşmüyor, yatırım için kavlığımızda o para var; uçak bileti onun para biriminden, dünya onun parasıyla ağıp dönüyor. Garip acayip şeyler! Bu işler, sokak sohbetleri, çayhane, kahvehane konuşmaları kadar kolay değil. Unutmamak lazım, hayatın içinde her şey var; bunu bilip tecrübe edenler, veda ederken, elveda derken, biçare bırakıp terkedip giderken; “iyiliğin, güzelliğin, sevabın hesabı var, kötülüğün, şerrin, ihanetin, günahın azabı var” diye yazmışlar.
“Allah’ın sana verdiği nimetlerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini unutma!” Kur’an: 28:77
Saygılarımla. Enver SEYHAN