Enver Seyhan
Murakıplardan birinin Mali Müşaviri eski Hesap Uzmanı bir şahısmış. Bana bunu toplantıda ballandırarak dallandırarak ve gözümün içine içine bakarak söylediler.
Akşam olup da karanlık çökünce gayrinizami şekilde evrakları, dosyaları, defterleri bu şahıs, murakıp ve bir iki kişi daha açıyorlar bakıyorlar irdeliyorlar inceliyorlarmış. Bir sabah masamın üstünde gördüm ki beyaz bir kağıda karalama yapmışlar, çizmişler, yazmışlar; belki de bilerek isteyerek masamda bırakmışlar yahut unutmuşlar.
Yevmiye kayıtlarını tutan personele bazı şeyler söylemişler. Belki korkudan belki saygıdan belki ihanetten yahut mecburiyetten bana herhangi bir şey aksettirmemişler. Belki oyun içinde oyun vardı; belki…
Kasa Defteri bende ve kasada. Nakit, çek, senet ve likidite durumundan fazla haberleri olamamış bu nedenle. Hesaplarda ne gördülerse onunla yetinmişler.
Bir gün yine denetleme için geldiler. Kapının sesinden anladım. Murakıp odasına geçtiler.
Beş on dakika sonra haber geldi ki murakıpların yanında bir de yabancı biri varmış; hem çok vakur hem de çok ağırmış…
Kilosunu sordum:
Gülüştük…
Aradan zaman geçince kalktım ve murakıp odasının kapısını çaldım. Masa etrafında başbaşa vermişler, konuşuyorlar. Bana bir hafta içinde rapor sunacaklarını söylediler. Teşekkür edip çıktım.
Birkaç gün zarfında anlı şanlı rapor geldi. Fakat üç beş sayfa rapor yazmışlar, altını kimse imzalamamış. Okudum ve masamın üstüne koydum. Benim için ön bilgi ve taslak olmaktan öte bir şey değildi. Adsız imzasız mühürsüz evrakın kanuni olarak kişilik ve değer kesbetmesi için isim imza tasdik tarih gerekir. Korkak olmaz murakıp ve raportör ancak bu raporda korkaklık olduğu aşikâr! Bunu hissettim…
Yönetim Kurulu’nda, Denetim Kurulu üyelerinin de hazır bulunduğu toplantıda raporu okudum. Rapor hakkında düşüncemi söyledim. Yönetim Kurulu memnun oldu. Denetçiler dışarı çıktılar aralarında ne konuştularsa birkaç dakika içinde geri döndüler.
Konu üzerinde ayrı ayrı söz aldılar. Sayın Başkan çok akıllı ve pratik bir adamdı. Raporu önlerine koydu ve “imzalayın bari” dedi. Murakıplar bakıştı ve önce benim imzalamamı teklif ettiler. Ben de, raporu imzalamaları halinde, teslim aldığıma dair imza atacağımı ancak itirazlarımı, düşüncelerimi, yanlışları, olanı, olması gerekeni belirteceğimi, evrakı kaydedip sayıdan geçeceğimi, böylece evrakın şahsiyet kazanacağını, aksi halde teslim almayacağımı, imza atmayacağımı belirttim.
Düşünmek için birkaç gün gerektiğini, belki tekrar kaleme alacaklarını, yeniden meşhur eski hesap uzmanıyla görüşeceklerini söyleyerek evrakı emaneten istediler.
Raporun sekreterya bilgisayar kaydının olup olmadığını sordum. Kaydın var olduğunu benim e posta adresime de kaleme alındığı akşam gönderildiğini öğrendim.
Mahsustan bocalar tedirginlik içerir ve tereddüt eder bir tavırla raporu verebileceğimizi Yönetim Kurulu’na söyledim. Biraz tansiyon yükseldi ve asabiyet hudutları zorlandı. Çünkü onların raporun örneğinden haberleri yoktu.
Çıkıp fotokopi aldım. Fotokopiye derkenar olarak “işbu evrakın aslını elden teslim aldım” yazarak imza ve tarih attıkları takdirde verebileceğimi tekrar ettim.
İşlem tamam oldu. Çıktılar.
Yönetim Kurulu’na ne yaptığımı anlattım. Toplantıdan çıkıp onlara da çay söyledim.
Aradan epey bir zaman geçti. Eski Hesap Uzmanı Mali Müşavir yanıma birkaç kere geldi gitti. Çay kahve yemek muhabbet
sohbet; nedense ötesine geçemedik. Adamla samimiyet kurduk haricen ama dahilde hiç de öyle bir yakınlık görünmüyordu.
Bir gün Defterdarlık makamına gitmek istediğini, benim de beraber kendisine eşlik etmem gerektiğini söyledi. Tereddütsüz olur yanıtı verdim. Çünkü taslak üzerinde gerekli çalışmayı yapmıştım. Olumsuzluk belirttiği ve en çok itiraz ettiği kısım ise benim sanki tez çalışmam gibi bir şeydi. Gelir Vergisi Kanunu’nun bahse konu maddesiyle ilgili makale ve tebliğler yedeğimdeydi ve kendime çok güveniyordum. Eski Hesap Uzmanı ise şirketler, şahıslar ve şahıs firmalarının konuya ilişkin uygulamaları hususunda bu manada içten içe bir travma yaşıyordu. Buradan çıkması ve olayı süzmesi imkan dahilinde değildi. Yahut kendine yediremiyordu ya da söz ağızdan çıkmıştı.
Bir hafta sonra yola çıktık. Gemi ile boğazı geçtik. Yürüdük. Cağaloğlu’na gelince; bana bir şeyler anlatmaya başladı. İstanbul çocuğu olduğunu, çocukluğunda bayramlarda Valilik’e geldiklerini, Vali Bey’den şeker aldıklarını, elini öptüklerini, böyle duvar ve polis korumasının olmadığını, ancak rahat ortamın zamanla bozulduğunu bazı durarak bazı çok ağır adımlarla yürüyerek fakat dikkatle ehemmiyetle anlatmaya devam etti.
Bütün bu anlattıklarından sonra neden koruma ve korunma ihtiyacı hissettiklerini sordum.
Burasının asıl mesele olduğunu ifade etti. Belki insanlara yani halka zarar verdiklerini düşündükçe veya halk tabakası ile aralarına maddi manevi duvarlar ördükçe korunma duvarlarına ihtiyaç duyduklarını, neticede bunun kaçınılmaz bir hal ve durum meydana getirdiğini uzunca cümlelerle açıklamaya çalıştı.
Belki zaman içinde Defterdarlık da böyle bir koruma duvarına ihtiyaç duyacaktı. Bunu konuşarak kapıdan içeriye girdik.
“Doğru KDV Müdürü’ne gidelim” dedim. Gitmedi. Başka bir tanıdığı eski arkadaşı Gelir Müdürü’ne gittik. Bu arkadaşı müdür gibiler faal durum ve görevlerinden sonra pasif göreve getirilmişler, vergi konularına, bizimkine benzer sorunlu işlere bakıyorlar. Danışmanlık bir nevi. Yani müşavir Gelir Müdürü olarak boş bir masada oturuyorlar.
Orada anlaşamadık. KDV Müdür’üne geçtik. KDV Müdürü’nün ön koltuğuna oturdu. Bana kapı ağzındaki koltuğa sığışmak kaldı. Bunu istiyordum da zaten. Derken konuyu açtı. Müdire hanım, benim ne için bulunduğumu sordu. “Beraber geldik. Sizi dinleyeceğim” dedim. “Yan koltuğa gel” dedi. Fikrimi sordu. Dilimin döndüğü kadar anlattım. “Olay budur, fazla söze gerek yoktur” dedi.
Eski Hesap Uzmanı rahatladı ama kabullenemiyordu. İlle kütüphaneye gidip araştırma yapalım diye tutturdu. Gittik. Kütüphanede uzman var mıydı, hatırlamıyorum, epeyce kanunları, tebliğleri, müktezaları, emsal olaylara ilişkin kararları okuduk. Sonuç değişmedi, aynı ama adam sindiremiyordu. Hatta neredeyse kitaplar yanlış yazıyor diyecekti ki artık bıktığımı ve dahi acıktığımı söyledim; çıkıp yemek yedik. İyi niyetli bir şahıstı. Yemekte konuyu izah ettim, ikna olduğunu ama yine de takıldığını söyledi.
“Raporu imzalamam” dedi. “Fakat sen raporu kabul et de karizma çizilmesin” dedi. “Tamam. Sen düşünme!” Dedim.
İlerleyen aylarda ziyaretime geldi, memnun ayrıldı. Daha sonra hiç görüşemedik. Bu defa da sözde başka bir hesap uzmanı başıma bela oldu. Fakat bu adam da murakıp gibi feldir -fecir birisiydi.
Zaman nelere kadir! Kadir olan yalnızca Yüce Allah amenna! Müdürü olduğum işten ayrıldım aradan on yıl geçti. Yakın bir zamanda duydum ki murakıp namıyla tanımladığım şahıs vefat etmiş. Allah rahmet eylesin. Bu olayın üstünden neredeyse yirmi küsur sene geçti. Hatıralar gölge gibi ya ardımızda, ya önümüzde ya da yanımızda bizi takip ediyorlar; son güne kadar…
Eski Atom Enerjisi Başkanı ile tanıştığımda Türk Ocağı’nda aynı köyden belki aynı kabileden her türlü insanın çıkacağını düşündüm. Artık yaşım da tecrübem de bana ayruk fikirler telkin ve telmih ediyor.
Ömürde gelip geçen sineyi delip geçen bazı zamanlar vardır!
Üstünde zıplamam sadece şöyle hayalinde gezer dolanırım…
Ve gülümserim!..
“İnsan zaman kuşağında üç ile dört arasında gider gelir. Kimi üç buçuk atar; kimi dört dörtlük yaşar.”
Şair böyle demiş ama hırlısı var hırsızı var. Kimseye gönül koymaya da değmez. Vicdan daima atlas yatak değildir; karaçalı batar insanın böğrüne böğrüne…