Gençken hayatın değerini anlayamayız genelde. Önümüzde çok uzun bir zaman varmış, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Ama yaşlılar için böyle değil onlar yapamadıklarının pişmanlığını yaşayıp bir şeyleri düzeltmeye çalışırlar ve her saniye ölümün yaklaştığının bilincindedirler. Yaşlı olmak ölümün zaten sürekli kapıda olduğu gerçeğini değiştirmese de… Bu yüzden huzur evlerini ziyaret ederim hep, önümde çok zaman kalmadığını, hayatımı doğru değerlendirmem gerektiğini anlamak için.
Bir huzur evi ziyaretinden daha ayrılırken, yanından geçmekte olduğum parka gayri ihtiyari başımı çevirdim. Salıncak direğine yaslanmış, sarı saçları iki omzundan önüne sarkacak şekilde örülmüş, uzun, soluk yüzlü, üç dört yaşlarındaki bir kız çocuğunun dalgın hali dikkatimi çekti. Epeydir öyle duruyor olmalıydı. Birden kafasını kaldırdı, göz göze geldik. Sonra parka çıkan taş merdivenleri adımlayıp bir kalabalığın içinde buldum kendimi. Kadınlar topuklarına kadar uzanan kırmızılı, sarılı, yeşilli, pullu pullu elbiseleriyle sanki panayır yerine gelmişlerdi. Bir banka oturdum, gözlerim sarı saçlı çocuğu aradı ve buldu.
-Ya merhaba seyidah! (Merhaba ey hanım!)
Sesin geldiği tarafa döndüm orta yaşlı, esmer, kilolu siyah pullu elbise ve simli başörtü takmış bir kadın.
-Merhaba!.
-Keyfe halike seyidah? (Nasılsın ey hanım?)
-Ena, ena (İyiyim.)
Küçük kız salıncak direğini bırakmış, kalabalığın ortasına koşup gelmişti. Genç bir kadına sırtını yaslayıp bana gülümsedi.
-Adın ne?
-Abir.
Beni anlamıştı. Sırtını yaslandığı kadın:
-O benim kızımdır, benim adım da Riteç.
– Türkçe biliyorsunuz.
-Biz Türkmeniz, ana dilimiz Türkçedir, buraya Musul’dan geldik.
Musul’u duyunca içim ürperdi. Nasıl geldiklerini, neler yaşadıklarını öyle merek ediyordum ki? Bir şeyler yapıp konuya girmeliydim ama ayaküstü neler sorabilirdim ki?
O sırada telefonum çaldı, kayınvalidem kızımın beni merak ettiğini söylüyordu. Hemen geleceğimi söyledim. Telefonu çantaya koyarken birkaç saat önce huzurevinde bir ninenin kendi eliyle yapıp bana hediye ettiği bez bebeği gördüm, çıkarıp Abir’e uzattım.
Al bu senin olsun, dedim. Dudakları büzüştü, gözleri doldu, göğsü hızla kabarıp iniyordu. Hemen annesine dönüp sarıldı. Annesi:
-Abir oyuncakları sevmez!
Dedi ve kızını öptü, kalkıp uzaklaştılar.
Ben ne yapmıştım? Kalpleri mahzun, yuvalarından uzakta benim ülkemde misafir bu masum kalbi nasıl üzmüştüm?
Kayınvalidemin kapısında idim. Zile bastım. Dört yaşındaki kızım bahçe kapısını açıp
-Bana bez bebek mi aldın anneciğim? Çok teşekkür ederim!
diye sevinçle boynuma sarıldı, elimdeki oyuncağı görünce.
İki tane aynı yaşlarda kız çocuğu, biri bez bebek görünce üzüntüyle oradan kaçıyor, diğeri sevinçle oynamaya başlıyor.
Tercihlerimizi biz mi yapıyorduk, yoksa hayat öyle bir oyun alanı kurup bizi yönlendiriyor muydu?
Gözlerim doldu. Abir’in bakışları beni çok etkilemişti. Abir, ne demekti acaba? Soracaklarım aklımda kalmıştı.
Ertesi gün öğleden sonra kayınvalidemin komşusu Rasime Abla gelmişti. Bahçede kahvelerimizi yudumlarken, mültecilerden tanıdığının olup olmadığını sordum. Bir grubun, arkadaşının annesinden kalan evde kirada oturduklarını, arkadaşı Zübeyde’nin de arada bir onlara yardım götürdüğünü söyledi. Çok sevinmiştim. Hemen telefon açıp yarın için ziyaretlerine gideceğimizi bildirdi.
Çift kanatlı eskimiş kocaman tahta kapının tokmağına vurduk. Kapı hemencecik açıldı. Bir de ne göreyim parkta karşılaştığım uzun boylu, esmer, yeşil gözlü kadın ”Hoş gelmiş, hoş gelmiş” diyerek bizi içeri davet ediyordu. Onu tekrar görmek o kadar rahatlatmıştı ki içimi. Abir de burada mıydı acaba. Bahçede esmer esmer delikanlılar birbirleriyle şaklaşarak Arapça sohbet ediyorlardı. Bizi görünce arkalarını döndüler. Yıkık dökük merdivenden yukarı çıktık.
Antrede yedi sekiz tane kadın sırlanmış sevgi dolu gözlerle ”Hoş gelmiş!” diyerek çok içten sarılıyordu bize. Zübeyde Hanım’ı çok seviyorlarmış. Ona olan ilgileri bambaşkaydı. İçerideki odaya işaret ettiler.
Eski döşemeleri yırtık yerlerinden yorgan ipliğiyle tutturulmuş karşılıklı kanepeler, ortada ince bir kilim, yerleri beton bir oda. Kızımın yere basmaması gerektiğini düşündüm.Hani hep o telkinle büyümüştük: ”Betona çıplak ayakla basma karnın ağrır.” Sonra kendimden utandım. Bu insanlar sürekli böyleydiler. Biz kanepelere oturduk, onlar yere bağdaş kurdular…
Önümüze uzun bir masa getirip, üzerine ne varsa koyuyorlardı. Taze aldıkları meyveler, pişirdikleri hamur işleri ve çay…
-Bir bardak çay yeterdi, neden bu kadar zahmet çekiyorsunuz?
-Siz bizim değil Allah’ın misafirlerisiniz. En sevdiğimiz yemişleri ikram etmez mutfakta bırakırsak tam iman yapmış olmayız.
dedi evin en büyük hanımı.
-Bunlar komşularınız mı?
-Hayır, akrabamız. Musul’dan hep birlikte geldik.
-Peki bu kadar insan nasıl uyuyorsunuz, hepinize yetecek yer var mı?
-Biz ilk geldiğimizde getirdiğimiz çuvalları yastık yaparak uyuduk. Hamd olsun Rabbimize. Şimdi yeri örtecek örtü vermiştir.
Hepsini tek tek tanıtıyor. Büyük ağabeyinin karısı, kocasının büyük kardeşinin karısı… O sırada Riteç giriyor içeri. Ha bu da kocamın küçük kardeşinin karısı diyor. Sarılıyoruz ve dizimin dibine oturuyor Riteç.
-Peki bu kadar adam ve kadın ne ile geçiniyorsunuz?
-Oğullarım orada makine ve endüstri okudu, burada denkliği olmadığı için bir fabrikada ayakkabı dikiyorlar. Küçük oğlum dört dil biliyor, tercümanlığa başvurdu, haber gelirse rahatlarız. Zaten bu ikisinin kocası şehit düşmüştür.
Ritec ve büyük ağabeyinin karısını gösteriyor.
-Sen okudun mu Riteç?
-Evet abla, bilgisayar mühendisliği son sınıf öğrencisiydim… O gün parkta seni üzdük ve dua ettim, karşıma bir daha çıkman için. Ve durumumuzu izah etmek istedim. Şükürler olsun!
-Ben sizi tanımak ve acılarınızı bir damla da olsa paylaşmak istiyorum, eğer bu sizleri üzmez, acınızı tazelemezse.
-Hayır, biz Allah’a inanırız ve onun hükmüne mutiyiz. Eşim Kenan akrabamız olur, küçüklükten beri severdik birbirimizi. Aynı üniversiteye gittik. O okulu bitirince ben ikinci sınıftayken evlendik. İşe girdi. Sonraki yıl kızımız Abir’i verdi Allah.
-Abir ne demek?
-Mis kokulu çiçek abla. O babasının gözdesi idi. İlk babasına gülmüştü. ilk sözü “ba-ba” olmuştu. Henüz iki yaşında iken Amerika, topraklarımıza girdi, bir iş dönüşü Abir’e kırmızı elbiseli siyah saçlı bir bez bebek almıştı, Abir kapıyı açtı ve üst üste silah sesleri, taramalılar, ciplerin motor sesi, toz, duman… Kenan’ın üzerine çullanıyor. Gözleri yuvalarından çıkacak gibi kocaman… Ve ben hastanede gözümü açıyorum. Kenan’ım şehit olmuş, karnıma aldığım kurşun bebeğimi öldürmüş, yedi aylık hamileydim. O yüzden Abir bez bebek sevmez.
Donup kalmıştım. Benim hikaye gibi dinlediğim cümlelerin, kelimelerin, her şeyin her salisesini o ve onlar yaşamışlardı. Savaştan önce Musul nasıldı, hiç fotoğrafınız var mı?, dedi Rasime Abla ortamı yumuşatmak ister gibi… Gidip getirdiler.
Bizim Kayseri taşı olarak bildiğimiz iri taşlardan örülmüş, çatısız, büyük, bahçe duvarları da aynı taşlarla yüksekçe örülmüş, siyah çift kanatlı demir kapıları altın yaldızlarla işlenmiş gösterişli bir ev. İşaret parmağını heyecanla üzerine vurarak burası bizim evimizdi, diyor Riteç. Sonra yengesi sapsarı saçlı, durgun bakışlı bir erkek çocuğun resmini uzatıyor.
-Bu da büyük ağabeyimin oğlu Ali.
Yanındaki kadının sessizce damlıyor gözyaşları sıkıca tuttuğu yumruklarının üzerine.
-Ağabeyim Ali su ve toprak mühendisiydi. Yazıhanesine gider gelirdi. Kimseyle uğraşmazdı, herkesin sevdiği insandı. Bunu Amerikalılar da bilirdi. Karısı Gufran hamileydi ve doğumuna bir ay kadar vardı. O sabah uyandığında:
-Gufran, bu bebeğimiz oğlan olacak ve sen adını Ali koyacaksın.
Gufran çok şaşırmış; Ama bir evde iki Ali olmaz, diyor. Ali; sen koyarsın Gufran, diye hepsiyle vedalaşır gibi öpüp, koklayıp işe gitmiş. Her öğlen eve yemeğe gelirdi Gufran beklemiş, gelmeyince yemeği alıp dükkana gidiyor. O sırada Amerikan cipleri etrafı taramaya başlıyor ve ağabeyim Ali yerde, Gufran’ın gözü önünde şehadete yürüyor. O gün bu gündür Gufran konuşmuyor.
-Peki ortada kalan çocuklara ve kadınlara ne oluyor? Devlet ya da bir kurum sahip çıkıyor mu?
-Hayır ortada kalmıyorlar, evde hangi erkek varsa onun üzerine nikahları kıyılıyor…
Riteç:
-Ben Kenan’ın üzerine nikah kıydıramam, çok şehadet duası ettim. Allah’ım alırsan kızımla birlikte canımı al onu yalnız bırakma dedim. Rabbim bize sahip çıktı, bizi Türkiye’ye yolladı.
-İnşaallah umduğunuzu bulursunuz,
diyebiliyorum.
-Türkiye bize mülteci hakkı vermiyor, başka bir ülke bizi kabul edene kadar geçici olarak buraya sığınmaktayız. BM’den yazı kim bilir hangi ülkeye çıkacak….
Abir’le Ali içeriye giriyorlar, annelerinin yanına ilişiveriyorlar. Aynı şehirde, aynı gökyüzü altında havayı teneffüs etmek, aynı yoldan yürümek ve aynı bankta oturmak. Aynı bedenlere sahip olan bizleri ÖZGÜR İNSAN , SIĞINMACI İNSAN farkına indirgeyen asıl neden ne idi? Tercihlerimiz dışında gelişen şeyler bizi bu denli etkilemek zorunda mı? Bazen hayat bir oyun alanı kurup bizi yönlendiriyor iste… Ne zaman geleceğini bilemeyeceğimiz ölümün bizi bir gün bulacağı gibi.
Acısının tarif edilemeyeceği bir hayat öyküsünün iki paragraf arası özeti.