MESLEK ANILARI
Bir dönem ilçemizde Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış öğretmenimizin yazıları.
KARDELENLER VE BİR ÖĞRETMEN DÜNYAYI DEĞİŞTİRİR
Ali Rıza Atasoy
Eğitimci Yazar ve Şair
Taşova Yeşilırmak Şiir Vadisi Grubu Kurucusu ve Yöneticisi
[[Önceki Bölüm/ler İçin Tıklayınız]]
Bölüm: 9 a
Kime ait olduğunu ve nerede okuduğumu şu an hatırlayamadığım “Hayatta en büyük mucize küçükken bir öğretmene rastlamaktır” sözü, ne kadar derin anlam içeriyor!
Eğitim kurumunun merkez ve taşra birimlerde, değişik unvanlarla uzun yılar görev yapmak nasip oldu. Bakanlık merkez teşkilatında masa başı idari işlerde, Ankara merkezinde öğretmen ve okul yöneticisi olarak, ülkemizin doğusunda batısında değişik yörelerinde küçük ve orta ölçekli ilçelerde eğitim yönetici olarak bulunduğum süre içinde, yazımın girişinde tırnak içinde belirttiğim sözün içerdiği derin anlamla bire bir örtüşen birçok meslektaşımı tanıdım. Onlar ki, ülkemizin en ücra yörelerinde tüm imkânsızlıklara ve birçok olumsuzluklara rağmen, hiçbir ekstra maddi beklentileri olmadan, salt meslek aşkıyla eğitim öğretim mücadelesi veren, eğitim ordumuzun gerçek ve isimsiz kahramanlarıdırlar.
Özellikle değişik ilçelerde eğitim yöneticiliği yaptığım yıllarda böyle nice meslektaşımı tanıdım ki, onlarla aynı çatı altında mesai arkadaşlığı yapmaktan ve aynı ocağın mensubu olmaktan her zaman onur duydum. Bugün de bu ocakta çorbada tuz misali bir geçmişimin bulunmasından, bu kutsal ocağın mensubu olmaktan ve uzun yıllar boyunca o isimsiz kahramanlarla aynı manevi havayı teneffüs etmiş olmaktan büyük bir mutluluk ve gurur duyduğumu belirtmeliyim. Bilhassa o yıllarda görev yaptığımız yerlerde, meşakkatli olduğu kadar aynı zamanda insanı her an zinde tutan, her an heyecanla karışık büyük bir şevk ve çalışma azmi aşılayan, bu kutsal mesleğin verdiği haz duygusuyla geçirdiğimiz güzel günleri zaman zaman anıyoruz. Bu yazımda; öğrencilerini ıssız vadilerde ve dağ başlarında açan kardelenlere benzeten bir öğretmenden ve onunla geçirdiğim güzel an’lardan bahsedeceğim.
Eğitim kurumunun taşra birimlerinde yöneticilik yapanlar bilirler ki, bu tür görevlerde bulunanların eğitim öğretim yılı içindeki hızlı ve yoğun çalışma temposunun yanı sıra esas iş yükü, yaz tatili dönemlerine rastlar. Okul ve kurumların yeni eğitim öğretim yılına mümkün olduğu kadar sorunsuz şekilde hazır hale getirilmesi işi, özverili bir çalışma azmini ve çabayı gerektirir. Bu yöneticiler, öğretmenler ve diğer memurlar gibi yaz aylarında uzun süreli izne ayrılamazlar. Senelik yasal izinlerini genellikle kışın yarıyıl tatili dönemlerinde ya da sene içinde acil durumlarda birkaç gün olmak üzere parça parça kullanırlar. Dolayısıyla uzunca bir yaz tatili bitip de tatilciler dönünce, onları hâlâ bir takım çözüm bekleyen sorunlarla uğraşırken görürler. O yüzden bu yöneticiler, çoğu zaman tatilden dönenlerin anlattıkları seyahat ve tatil maceralarını sadece dinlemekle iktifa ederler.
Gerek öğretmenlik yaptığım yıllarda gerekse daha sonraki eğitim yöneticiliği dönemlerimde okulların yaz tatiline girmesi hep bana hüzün vermiştir. İlk kez bu duyguyu, Ankara’da öğretmenlik yaptığım yıllarda yaz tatilindeyken özel bir işim nedeniyle bir gün görev yaptığım okula gittiğimde derinden hissetmiştim. İçinde öğrencisi ve öğretmeni bulunmayan devasa bir yapının tek başına bir anlam ifade etmediğini ilk kez o gün fark etmiştim. Adına “okul” denilen kurumsal varlık, ancak öğrencisi ve öğretmeniyle bir anlam ve değer ifade etmektedir. O binaya ruh ve kimlik kazandıran olmazsa olmaz unsurlar öğrenci ve öğretmendir. Aksi takdirde içinde öğrenci ve öğretmen olmadan, bir bina ne denli görkemli olursa olsun, ne kadar en son teknolojiyle en güzel mimari estetikle yapılmış olursa olsun o bina tek başına bir anlam ve değer ifade etmiyor. İleriki yıllarda değişik yerlerde geçen eğitim yöneticiliğim sırasında da yaz tatili dönemlerinde bir vesileyle okullara gittiğim zamanlarda da aynı duyguyu ruhumun derinliklerinde hep hissettiğimi hatırlıyorum.
Meslek hayatım içinde en uzun dönemi, ilçe milli eğitim müdürü unvanıyla görev yaptığım son görev yerimde olan Orta Karadeniz ilçesinde geçirdim. Orta ölçekli sayılabilecek bu ilçede altı yedi yıl gibi uzun sayılabilecek bir süreyi geride bıraktığım yıllardı. O günlerde bu görev yerimde de bir eğitim öğretim yılının bitimiyle başlayan ve biz yöneticiler açısından her bakımdan yoğun çalışmalarla geçen yaz tatili dönemi bitmiş, yeni bir eğitim öğretim yılı başlamıştı. Okulların eğitim öğretime açılmasıyla birlikte her tür ve derecedeki eğitim öğretim yuvalarının ve okul bahçelerinin cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle çınladığı günlerdi. Böylece adına “okul” denilen kurumların gerçek anlamıyla “okul” olmasını sağlayan, olmazsa olmaz unsurları öğrenci ve öğretmenler yuvalarına dönmüş, okullar asli ruhuna ve gerçek kimliğine kavuşmuştu.
O günlerde sadece okullar ve okul bahçeleri değil; yolar, sokaklar, çarşı, pazar ve sosyal hayatın olduğu her yerde bir canlılık ve hareketlilik meydana gelirdi. Şehir içinde bir yerden bir yere giderken okullarına giden ya da ders bitiminde evlerine dönmekte olan öğrencilerle karşılaşırdım. Böylesi anlarda bazen, bir öğrenci grubunu durdurur, onlarla bir süre sohbet eder, bazen de ayaküstü şiirler okuturdum. Çevreden ve eşraftan beni bu hal üzere gören tanıdıklarım “Müdürüm yine çocuklarına kavuştun, bundan sonra artık bizleri gözlerin görmez” diye takılırlardı.
Gerçekten de şimdi bile bir vesileyle ne zaman bir okula gitsem ya da bir okul yakınından geçsem öğrenciler adeta mıknatıs gibi beni kendilerine çekerler ve hemen onlarla kaynaşıveririm. Geçtiğimiz yıllarda bir vesileyle bir günlüğüne gittiğim İskilip’te beraber seyahat yaptığım arkadaşlarımla bir okulun önünden geçerken, bir anda arkadaşlarımı terk ederek okulun bahçesine girdim. Teneffüsteki öğrencilerle hemen kaynaşarak sohbet etmeye başladım, yönelttiğim sorularla onların başarı durumlarıyla birlikte edebiyat, şiir ve kültür sanatla ilgilerini test etmeye çalıştım, bu arada arkadaşlarım beni okulun ihata duvarı dışında bekliyorlardı. İçeri zili çalıp da öğrenciler derse girince arkadaşlarımın yanına döndüğümde “okulu ve öğrencileri görünce bizleri unuttun” diye onların sitemlerine muhatap olmuştum.
Geçenlerde Ankara’nın Altındağ ilçesinde kızımın öğretmenlik yapmakta olduğu okula bir gün birlikte gitmiştik. Okul bahçesine girer girmez yine bir grup öğrencinin yanına gidip kendimi tanıttıktan sonra hemen onlarla konuşmaya başladım. Onlara eğitim seviyelerine uygun bir takım sorular sordum, onların yönelttiği sorulara cevap verdim ve hatta birkaçına da şiir okuttum. Öğretmenlik böyle bir tutkun adıdır işte, o güzelliği ancak yaşayanlar bilir, hayatta bazı anlar vardır ki bizzat yaşamadan asla onu anlatamazsınız!
İşte o sene de eğitim öğretim yılı başlayıp da okulların açılmasının üzerinden bir ay kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ilçe bazında kaçınılmaz olarak eğitim öğretimle ilgili bir takım eksikliklerimiz ve bu eksikliklerin doğurduğu ufak tefek bazı sorunlar devam etmekteydi. O günlerde beni en çok bunaltan ve sürekli kafamı meşgul eden sorunlardan birisi de ilçenin kuzey kesiminde ormanlık bölgelerde yer alan ve ilçe merkezine takriben 50-60 km. mesafede bulunan birkaç köy ilkokulunun öğretmensizlik nedeniyle hâlâ kapalı durumda olmasıydı. Bu köylerin muhtarları ve öğrenci velileri sık sık bana uğramak veya telefonla aramak suretiyle öğretmenlerinin ne zaman geleceğini soruyorlardı. Ben de her defasında birtakım kaçamak cevaplarla günü kurtarma derdine düşüyordum. Bu durum, ister itemez her geçen gün daha çok canımı sıkar bir hal alıyordu.
Bu yerleşim yerlerinin her birinde, birden beşe kadar her sınıfta altı yedi çocuk olmak üzere toplam sayıları 30 – 40 arasında değişen sayıda ilkokul öğrencileri vardı. Bir kısmı köy, bir kısmı mezra tipindeki bu yerleşim yerleri aynı zamanda ilçe merkezine olduğu kadar, taşımalı sistemle eğitim öğretim yapılan taşıma merkezi okullara da oldukça uzak mesafedeydi. Bu yüzden bu yerleşim yerlerindeki öğrenciler, ulaşım imkânsızlığı ve olumsuz iklim şartları gibi zorunluluklardan dolayı taşımalı eğitim kapsamına da alınamıyordu. Ayrıca ilçe merkezindeki bir tek yatılı ilköğretim bölge okulunun mevcut kapasitesinin sınırlı olmasının yanında öğrenci velilerinin küçük çocuklarını yatılı okula vermek istememeleri gibi nedenlerle, buralardaki öğrenciler yatılı okula da yerleştirilememişti.
Dolayısıyla bu birkaç köydeki ilkokul çağındaki öğrencilerin, her yıl olduğu gibi o sene de kendi köylerindeki okullarda birleştirilmiş sınıf sistemiyle eğitim öğretim görmeleri planlanmıştı. O yıllarda bilhassa o tür yerleşim yerlerine ilk atama ya da tercih ve yer değiştirme yöntemiyle kadrolu öğretmen ataması da pek olmuyordu. Hal böyle olunca o sene de bu yerleşim yerlerindeki okullara kadrolu öğretmen atanmamıştı. Okulların açılmasının üzerinden epey bir zaman geçtiği ve Ekim ayının ortalarına gelindiği halde, bu güne kadar bu okullar için uygun vasıfları taşıyan ücretli öğretmen de temin edilememişti. Bu yüzden bu birkaç köy ve mezra tipi yerleşim yerlerindeki okullar, öğretmensizlik nedeniyle hâlâ kapalı durumda ve buralarda fiilen eğitim öğretim yapılmıyordu.
Bir gün kafamın içinde beni sürekli meşgul eden bir takım sorunlar olduğu halde, çalışma odamda masamın üstünde biriken rutin evrakların içine gömülmüştüm. Çalışma odamla birlikte ilçe milli eğitim teşkilatının diğer birimlerinin de içinde yer aldığı bina, konum olarak ilçe merkezinin tam ortasında ve oldukça güzel bir mevkideydi. İki kat ve zemin bölümünden ibaret olan bu yapı, birkaç yıl önce okul amaçlı olarak inşa edilmekle birlikte daha sonra yapımı bitince, ilçe milli eğitim müdürlüğü ile birlikte Öğretmenevi hizmetlerine tahsis edilmiş. Birinci katı ilçe milli eğitim müdürlüğü, zemin ve ikinci katı da Öğretmenevi olarak düzenlenerek hizmete açılmıştı.
Öğretmenevi kısmında yeteri kadar yatak kapasitesi olan otel bölümünün yanı sıra oturma ve okuma salonu, oyun salonu yemekhane ve diğer birimler yer alıyordu. Ayrıca binanın önünde yine ilçe milli eğitim müdürlüğünün ve Öğretmenevinin birlikte kullandığı bir bahçe ile genişçe bir yeşil alan vardı. Bahçe ve yeşil alanı çevreleyen duvar boyunca belirli aralıklarla çeşitli orman ve süs ağaçları dikilmişti. Bu genişçe alanın bir bölümü; içine kamelyalar ve masalar da yerleştirmek suretiyle Öğretmenevi için yazlık çay bahçesi olarak düzenlenmişti. Bahçenin bu bölümünde de belirli aralıklarla dikilmiş gölge ağaçları ve süs bitkileri vardı. Gerek Öğretmenevi gerekse bu bahçe, eğitim çalışanlarının yanı sıra ihtiyaç duyulduğu zamanlarda diğer resmi kurumlara ve şahıslara da hizmet veriyordu. Dolayısıyla bu tesis ilçe ölçeğine göre oldukça elverişli ve her bakımdan önemli bir işlev görüyordu.
Birkaç yıl önce tatil için gittiğim kendi memleketim Çamlıdere’den dönerken, ilçe orman işletmesine uğrayıp aldığım dikime hazır çam, köknar, ardıç gibi birkaç orman ağacı fidanı ile bizim yörede ahlat, alıç gibi isimleri olan başka meyve ağacı fidanlarından da birkaç tane almıştım. Görev yerime dönerken bu fidanları yanımda getirerek onları bahçemizin belirli yerlerine kendi ellerimle dikmiştim. Zamanla diğerleri pek cılız kalmakla birlikte, adını da pek bilmediğim akasyagillerden olduğunu sandığım bir tanesinin, bir iki yıl içinde arsız ve hızlı bir şekilde boy salıp büyüdüğüne her mevsim tanık oldum. Üçüncü yılına girdiğinde artık etrafına yaydığı dallarının gölgesinde oturulabilecek büyüklükte gümrah bir ağaç olmuştu. “Ağacım” baharın gelmesiyle birlikte etrafına rayihalar saçan sarıçiçekler açıyor, kokusunu, çiçeklerini ve yeşilliğini sonbaharın son günlerine kadar muhafaza ediyordu. Kendi ellerimle diktiğim ve her mevsim büyüyüp boy salışını izlediğim bu ağacı gördükçe “Dünyada artık benim de bir dikili ağacım var!” diyerek, içten içe bir kıvanç duyuyordum.
(devam edecek)