Yıllar çabuk geçiyor. İnsan ömrü fazla uzun değil. Doğumundan ölümüne insan, kendisine bahşedilen dünya hayatını acı veya tatlı, kolay ya da zor, zengin yahut fakir olarak yaşıyor, yaşarken hissediyor, hayatı özümsüyor, benimsiyor, kabul ediyor, işle güçle meşgul oluyor, kendisi veya başkaları için üretiyor, hayatını idame ettirmek için tüketiyor.
*
Biraz düşününce, özellikle son iki asrın insanı, fazlaca acı çekti, fazlaca aç kaldı, fazlaca doğduğu topraklardan göçtü; belki de bir daha hiç geriye, memleketine dönemeden, dönüp göremeden göçtüğü yerlerde hayatını acı, tatlı tamamladı; sonra bu yalan dünyayı terkedip gitti. Daha önceki asırların insanları da belki göç etti, savaşlar gördü; açlıkla, kıtlıkla, yoklukla, hastalıkla boğuştu. Geniş imkanları yoktu. Yol, ulaşım, iletişim sorunu vardı. Zulümler, ölümler gördü belki. Ancak insan, önce can sonra canan özdeyişini tekrar edercesine, evvela kendisiyle ve kendine yakın olanla alakadar oluyor.
*
Aradan geçen otuz yılın ardından bu sefer, yaz ortasında değil de Mayıs ayında memlekete gittim. Taşova otobüs terminaline ayak bastığımdan itibaren, her seferinde, sanki hiç gurbete çıkmamışım, hep Taşova’da yaşıyormuşum, yaşamışım hissi beliriyor bende, nedense…
*
Irmağın kıyıları, elverdiğince en güzel şekilde iyileştirilmiş, düzenlenmiş, tanzim edilip halkın hizmetine sunulmuş. Doğduğu, büyüdüğü yerlerde iyi şeyler görmek insanı, gurbette yaşasa bile mutlu ve memnun ediyor. Emeği geçenlere gönül dolusu teşekkür borcum var.
*
Irmak kıyısındaki cadde kenarına konulan, hemen köprünün ayağındaki kamelyaya oturdum, etrafıma bakındım; çevreye, karşımda yemyeşil haliyle insanın gönlünü açan ormana, yıllardır bazan coşkun, hiddetli, şiddetli, bazan sessiz, sedasız, kendi halinde, usul usul akıp giden ırmağa bakıp dururken dalıp gittim. Geçmişe doğru uzunca seyahat ettim. Aslında insan, bir yanıyla hatta daha fazlasıyla geride, mazide bıraktıklarıdır, yaşadıklarıdır. Tecrübe dedikleri şey yaşanan, yaşadıkça biriken şeylerdir. Tecrübenin akamete uğraması, geleceğin de akamete uğramasıdır.
*
Taşova’dan ayrılırken köprünün başında bıraktığım, sahibini, kimdir, nicedir bilmediğim ahşap eski yapı evler hala yerinde ve bir abide misali duruyor. Karşısındaki üç beş katlı betonarme bina da öyle. Belki de yeniden inşaa edilmiştir, bilemiyorum.
*
Bir de şu Samsun Caddesi. Köprünün ayağından başlayıp faravgaya doğru uzanan alımlı, çalımlı hali oldum olası beni mest eder. Ortaokulda okuduğum yıllarda, arabaların geçtiği kısım asfalttı, kenarlarında kaldırım yoktu. Irmak tarafında Tekel binaları, Ali Özer’in petrol istasyonu, şehir merkezi tarafında Merkez Camii, Kaymakamlık, Taşova Lisesi, yanında Jandarma belirleyici, etken, etkin, şehre tat veren unsurlardı. Samsun’a, İstanbul’a, Ankara’ya giden arabalar bu caddeden geçerdi. Yol bu caddeden geçerek Taşova’nın kuzey batı istikametinden devam ederdi. Şimdi, Irmak kıyısından devam eden devlet yolu bu istikamette idi. Şehri konumlandıran, caddenin şehre katacağı önemi, taşıyacağı yükü çok iyi tespit etmiş olmalı ki geniş olsun istemiş.
*
Halkımızın sıcak kanlı, hoş sohbet, alakalı olması da bir hatıradır hatta yadigardır bende. Şu caddede, sokakta, yolda, pazarda insanların birbiriyle selamlaşarak sağa sola koşuşturmaları, arabaların yol kenarlarına, bazan yolun ortasına, şuraya, buraya gelişigüzel, art arda, iç içe park etmiş, eğlenmiş hali; yine insanların kahvelerde, çayhanelerin önünde, ağaç gölgesinde, sundurma altında, masa etrafında, tabure başında oturup sıcak çayı yudumlayarak muhabbet etmeleri de beni mest eder, ediyor hala… Selam muhabbet ve dua ile.