Define arayıcılarının toprak altında bulduklarından aldığı lezzet gibi biz de kitap sayfaları içinde okuduğumuz güzellikleri bulmaktan ve onları dostlarla, okuyucularla paylaşmaktan zevk alıyoruz.
Şair “ Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler” derken bir daha dönmemek üzere sessiz sedasız giden bu insanlarla beraber bir ruh ve şuuru da, özlediğimiz bazı değerlerin de kaybolduğunu ima edip yitirdiğimiz güzelliklere hayıflanıyor mu dersiniz?
Türk Edebiyatı Vakfı’nda her Çarşamba yapılan sohbetlerin müdavimlerinden ve tiryakilerinden şimdi rahmeti Rahman’a kavuşmuş olan 80 yaşlarında “Hikmet Anne” bir zamanlar kürsü vaizliğiyle ün yapmış olan babası Cemal Öğüt Hoca’yla olan bir anısı da işte böyle bir yaşanmış güzelliklerden.
“Hikmet Anne”nin babasının ne kadar nazik ve ince düşünceli bir İstanbul efendisi olduğunu anlattığı anısı şöyle:
“ Beşiktaş’taki evimizin bahçesinde eski bir bina vardı. Onları biraz düzene sokup tamir ettirip kiraya verdik. Orada oturan kiracılarımız sık sık evimize gelir, misafirimiz olurlardı. Yine bir gün bizde otururken başka bir tanıdığımız daha geldi ve onların kim olduğunu sordu. Ben de “bunlar bizim kiracılarımız” dedim. Babam bunu duyunca beni çağırdı ve dedi ki : “Yavrum, hiç öyle denir mi? Misafirlerimiz demeliydin. Kiracılarımız sözünde bir gurur ve enaniyet var. Sen bu sözünle onları mahcup etmiş olabilirsin. Hâlbuki Allah bu nimeti bize övünmek, başkalarına üstünlük taslamak için vermedi. Olsa olsa nimete şükretmek gerekir.”
Şimdi düşünebiliyor musunuz zamanımızda bu incelikte böyle bir cemal ve kemal sahibi ilim ve hikmet erbabı bir kimse bulabilir misiniz?
Mutluluğun sahip olmakla özdeşleştiği, bindikleri arabanın markasıyla, giydikleri giysinin markasıyla, oturmuş oldukları evin mobilyasıyla övünenlerin hızla arttığı şu tüketim dünyasında, bu dünyadan sessiz sedasız giden ama bize dersler bırakan bu güzel insanların anısı paylaşılmaz mı?
Paylaşmak istediğimiz bir başka konu da din görevlisi olarak istihdam edilmesi gereken bir hafızın müstahdem olarak çalıştığı yerde seviyesiz sözlere, düşük karakterli insanlara muhatap olması, ayrıca yine bir hafızın görev yaptığı caminin abdesthanesinde tuvalet parası toplamasını doğru bulmayan bir yazarımızın bu konuda duyduğu rahatsızlığı;
“Belirtmeye bile gerek yok ki, insanın işi, mesleği, görevi şahsiyetiyle ve seviyesiyle doğru orantılı olmalıdır. Ulvi sıfatlara haiz olanlar, süfli işlerde çalışmamalıdırlar.
Hoca, imam, müezzin, vaiz, hafız gibi mümtaz sıfatları üzerinde taşıyan kimselerin tenkide, tahkire, ta’rize, takibe maruz kalmaması için son derece titiz hareket etmeleri örnek davranışlar içinde bulunmaları gerekiyor. Halkımız arkasında namaz kıldığı imam’ı, başındaki sarık gibi tertemiz, ak pak görmek istiyor. Hafıza, Kur’an-ı Kerim’in mücessem timsali, seyyar Kelam-ı Kadim gözüyle bakmayı arzuluyor. Osmanlı zarifleri ve salihleri hafızlarla görüşecekleri onlara bir vesileyle dokunacakları zaman abdest alıyorlardı. Böylece bir nev’i canlı Kur’an kabul ettikleri hafıza en büyük ihtiramı ve saygıyı gösteriyorlardı.”şeklindeki düşünceleri günümüzün mümtaz sıfatlı din görevlilerimiz içinde geçerliliğini korumaya devam ediyor.
Evet, bugün geçmişte hafızlarla görüşmek için abdest alma ihtiyacı hisseden bir anlayıştan, diyanete tahsis edilen arabanın tartışıldığı, diyanet başkanının tenkide, tahrike, tarize maruz kaldığı seçim meydanlarında konu yapıldığı biz zamanı yaşıyoruz. Bu nedenle diyanet başkanlığımızın kendini sorgulamasını istiyoruz. Camiye, okula, kışlaya siyasetin neden girmemesi gerektiği üzerinde düşünülmesini istiyoruz. Halkımız din adamlarını siyaset meydanlarının malzemesi değil örnek davranışların içinde başlarındaki sarık gibi ak pak görmek istiyor.
“ Geçmişe hasretle bakmak ve sık sık geçmiş üzerinde durmak bizde hem bugünden duyduğumuz sıkıntıyı, hem de gelecekten duyduğumuz endişeyi belirtir.
Özlenen şeyler, bugünkü hayatın bizi mahrum bıraktığı kıymetlerdir; mazinin hangi devrinde o kıymet en yüksek mevkide ise o devre hasret çekiyoruz.”