İsmail Erdal Emekli Eğitimci
ÖN SÖZ :
Bir zamanlar insanlar, tehlikeli gördükleri isimleri kırık çömlek parçalarına kazırdı.
Bugünse aynı şeyi ekranlarda yapıyoruz — sadece çömlek yerine parmaklarımız var.
Adaletin, aklın ve vicdanın sınandığı o eski meydan artık bütün dünyanın ortasında duruyor.
Kimi susuyor, kimi bağırıyor, kimi alkışlıyor… ama çok azı gerçekten düşünüyor.
Bu yazı, demokrasinin kırık çömleklerinde yankılanan sesi dinlemeye çağırıyor bizi.
Çünkü bazen halkın sesi, adaletin sesini bastırır;
ve o zaman insanlık, kendi aklını kendi elleriyle idam eder.
Kırılmış seramik parçalarına bakınca, önce sıradan bir yığın gibi görünür gözümüze. Oysa o çanak parçaları, insanlığın adaletle olan kadim imtihanının sessiz tanıklarıdır. Her biri üzerine kazınmış bir isim taşır: bir kahraman, bir komutan, bir bilge ya da halkın gözünde tehlikeli hale gelen bir siyasetçi. Bunlar, Atina demokrasisinin en özgün uygulaması olan ostrakismos geleneğinin izleridir. Halk, içlerinden birinin tiranlığa meylettiğine kanaat getirirse, adını bir çömlek parçasına kazırdı. En çok adı yazılan kişi on yıl boyunca şehirden sürülürdü. Ne öldürülür, ne hapsedilirdi; sadece uzaklaştırılırdı. Ama o sürgün, halkın hafızasında bir uyarı olarak kalırdı: “Hiç kimse halkın üstünde değildir.”
Demokrasinin ilk nefesini aldığı o topraklarda, halkın sesi yalnızca sandıkta değil, elindeki çömlek parçasında yankılanırdı. Halkın iradesi, tiranlık korkusuyla birleştiğinde o parça bir silaha dönüşürdü; ne kılıç ne mızrak kadar keskin ama bir yaşamı devre dışı bırakacak kadar güçlü. Themistokles, Persleri Salamis’te bozguna uğratarak Yunan dünyasını kurtarmıştı. Fakat bir gün halk onun gücünden ürktü; adı çömleklerde çoğaldı ve on yıl boyunca sürüldü. Aristeides, dürüstlüğüyle “Adil Aristeides” diye anılıyordu. Bir yurttaş, kendi adını yazmak için yardım isterken nedenini sorduğunda “Onun adil olmasından bıktım” demişti. Halk bazen adaletin fazlasına bile tahammül edemiyordu. Kimon da aynı akıbete uğradı; zaferleriyle anıldığı halde politik ilişkileri yüzünden uzaklaştırıldı. Demokrasi böylece kendi kahramanlarını bile dizginleyerek ayakta kalmayı öğrenmişti, ama aynı zamanda halkın vicdanının ne kadar kolay öfkeye dönüşebileceğini de göstermişti.
Sokrates’e gelince… Onun adı hiçbir çömleğe kazınmadı. Çünkü o ostrakonla değil, mahkeme kürsüsünde yargılandı. “Gençleri yozlaştırmak” ve “tanrılara inanmamak” suçlamasıyla 501 yurttaşın önüne çıktı. Biçimsel olarak her şey bir demokrasi örneği gibiydi: mahkeme halka açıktı, jüri yurttaşlardan oluşuyordu, karar çoğunlukla verildi. Ama özünde bu bir adalet arayışı değil, bir korkunun dışavurumuydu. Halk, Sokrates’in düşüncelerinin düzeni sarsacağından endişe etmişti.
Ona ölüm cezası verildiğinde, Atina demokrasisi biçim olarak doğru bir karar vermişti belki ama vicdanen yanlış bir yoldaydı. O gün halkın sesi yükseldi, filozofun sesi sustu. Biçimsel olarak adalet yerindeydi, fakat özünde adaletin vicdanı kısıldı. Sokrates’in yargılanması, aklın değil korkunun galip geldiği bir andı.
D e m o k r a s i n i n k e n d i
e l l e r i y l e k e n d i a k l ı n ı
i d a m e t t i ğ i g ü n d ü o.
O günden sonra filozofların sesi biraz daha kısıldı, halkın sesi biraz daha yükseldi. Fakat adaletin sesi, bir daha hiç o kadar berrak çıkmadı; çünkü halkın korkusu bilgelikten daha yüksek sesle konuşmuştu.
Halkın çoğunluğunun aldığı her karar demokrasi değildir; bazen çoğunluk, tıpkı Sokrates’in yargılanmasında olduğu gibi, bilgelikten çok korkunun sesini dinler.
Bugün artık kimseyi çömlek parçalarına kazımıyoruz. Fakat elimizdeki telefon ekranları, o eski çanakların yerini aldı. Bir “paylaş” tuşuyla insanlar, beğenmedikleri fikirleri ya da kişileri dijital sürgüne gönderiyor. Bir bakıma her gün yeni ostrakonlar yazıyoruz; kimi zaman bilgeyi, kimi zaman dürüstü, kimi zaman da gerçeği. Oysa demokrasi, sadece çoğunluğun sesiyle değil, o sesin ardındaki vicdanla yaşar. Halkın öfkesi bazen adaletin üstünü örter, tıpkı Sokrates’in yargısında olduğu gibi.
Günümüzde birçok ülkede demokrasinin biçimi var, fakat ruhu zayıflamış durumda. Halkın iradesi sandığa sıkıştırılmış, sorgulama ve denetim mekanizmaları giderek körelmiş. Oysa demokrasi sadece oy vermek değil; hesap sormak, sorgulamak, yönetenin değil, halkın aklının ışığında yürümektir.
Ne var ki bugün bazı toplumlarda, demokratik haklardan yararlanan kesimler, özellikle de kadınlar, kendi özgürlük alanlarını daraltacak fikirlerin savunuculuğunu yapabiliyor. “Şeriat isteriz” diye meydanlarda bağıran bir kadının sesi, aslında kendi zincirinin sesidir. Demokrasi, inanç özgürlüğünü korur; ancak hiçbir inancın başkalarının yaşam hakkını sınırlandırmasına izin vermez. Özgürlük, kendi kendini yok etmeye başladığında artık özgürlük değildir. İnsan, inancını dayatma aracına çevirdiğinde, özgürlüğünü değil, teslimiyetini savunur. Demokrasiyi zedeleyen her hareket, adı ne olursa olsun, demokrasi değildir. Halkın iradesi bilgiyle, vicdanla ve eşitlik duygusuyla birleşmediğinde, özgürlük sandıkta başlar ama zindanda biter.
Artık dünyada hukuk, demokrasinin en zayıf halkası haline geldi. Anayasalar uygulanmıyor, yüksek mahkemelerin kararları görmezden geliniyor, uluslararası adalet mekanizmaları hiçe sayılıyor. Yargı, hukukun değil, gücün emrine girmiş durumda. Basın baskı altında; kalemiyle gerçeği yazan gazeteciler, asılsız suçlamalarla zindanlarda. Seçilmişler cezaevlerinde, seçmenler sessizliğe mahkûm. Böyle bir düzende demokrasi yalnızca kâğıt üzerindedir; adaletin sesi sustuğunda sandığın da anlamı kalmaz. Antik çağda halk tiranlıktan korktuğu için çömlek parçasına isim kazırdı; bugün adaletin sustuğu dünyada insanlık, vicdanına kazımalı o isimleri. Çünkü hukuk askıya alındığında demokrasi vitrine, adalet ise sessizliğe dönüşür.
Gerçek demokrasi, sadece seçimden seçime hatırlanan bir yönetim biçimi değil, her gün yeniden kurulması gereken bir ahlaki sorumluluktur. Adaletin, aklın, vicdanın olmadığı yerde oy pusulası sadece bir kâğıttır; tıpkı kırık bir çömlek parçası gibi. Eskiden halk tiranlıktan korkardı, bugünse halk korkunun gölgesinde yaşıyor. Oysa demokrasiyi yaşatmak, halkın korkmamasına, konuşmasına, hesap sormasına bağlıdır.
Bugün gerçek demokrasi, Atina’daki gibi çömlek parçalarına değil, halkın yüreğine yazılmalı.
O yürek sustuğunda, hakikat de sürgüne gider.
Bu yüzden o kırık parçalar bana hâlâ aynı cümleyi fısıldar:
“Demokrasiyi yaşatmak, sadece oy vermek değil; adaleti, özgürlüğü ve aklı koruma cesaretidir.”
Son Söz
Demokrasi, insanın kendi aklına, vicdanına ve özgür iradesine güvenmesidir.
Ne yalnızca sandıkta atılan bir oy, ne de yönetenlerin verdiği bir ayrıcalıktır;
demokrasinin özü, insanın korkmadan düşünmesi, konuşması ve haksızlığa karşı susmamasıdır.
Gerçek demokrasi, herkesin eşit olduğu, kimsenin inancı ya da gücüyle başkasının yaşamına yön vermediği bir düzendir.
O, bir yönetim biçiminden çok, insanların birbirine saygı duymayı öğrendiği bir bilinç hâlidir.
Çünkü özgürlük, paylaşıldıkça büyür; adalet, vicdanla yaşar;
ve demokrasi, işte bu üçünün kalpte buluştuğu yerdir.
“Bir toplum, özgürlük ve bağımsızlıktan mahrumsa, o toplumda insanlık da yoktur.”
— Mustafa Kemal Atatürk
NOT: Tarihsel Terimler:
Ostrakismos:
Antik Atina’da halkın, gücünü kötüye kullanabileceğinden endişe ettiği kişileri oylayarak on yıl süreyle şehirden uzaklaştırdığı uygulamadır. Halk, oyunu bir çömlek parçası (ostrakon) üzerine ismini kazıyarak verirdi. En çok adı yazılan kişi sürülürdü. Ostrakismos kelimesi “çanakla oylama” veya “çanakla sürgün” anlamına gelir. Bu yöntem, demokrasinin kendi kendini koruma refleksinin erken bir örneğidir; halkın tiranlığa karşı uyanık kalma çabasıdır.
Tiranlık:
Başlangıçta Antik Yunan’da “meşru olmayan yoldan iktidarı ele geçiren kişi” anlamında kullanılan tiran, zamanla halkın iradesini hiçe sayan, eleştiriyi susturan, gücü kendi çıkarı için kullanan her yönetici tipiyle özdeşleşmiştir. Tiranlık yalnızca siyasal bir baskı biçimi değildir; aynı zamanda korkunun, öfkenin ve itaatin birleştiği yerde aklın susturulmasıdır. Demokrasi, tiranlığın tam karşısında durur; biri korkuya, diğeri bilince dayanır.
Dipnot:
“Bir toplum, özgürlük ve bağımsızlıktan mahrumsa, o toplumda insanlık da yoktur.”
Bu söz, Atatürk’ün 1923 yılında Konya’da yaptığı konuşmada dile getirdiği
“Bir millet, hürriyetinden ve bağımsızlığından yoksunsa, o milletin varlığı yoktur.”



