Bir vakit var ki o vakitte gece bile uykuya dalıyor. Akşam erken yattıysam gecenin bir vaktinde kalkıyorum. Balkona çıkıp dünyayı gök yüzünü yıldızları karanlığı seyrediyorum.
Ses bile uyumak istiyor ama bırakmıyorlar ki…
Gürültüden ses de bıkıp usanmış. Uyumak ve sabah gerine gerine uyanmak istiyor.
Karşı apartmanın altına yeni bir işyeri açıldı. Aramızda elli metre var ama kimdir, nedir tanımıyorum. Evin sahibesinin dediğine göre, patron ve çalışanlar Gürcistanlı imiş. Fakat 10 kadar kadın erkek işçi grubu tarafından paketleme yapıldığına şahit oluyorum. Çünkü hava sıcak olduğu için cam perdeleri yarım açık ve kapısı hep açık. Sigara içmek için dışarı çıkıyorlar, kapı önündeki küçük bahçenin duvarlarına oturuyorlar, bazan da bağrışıyorlar.
Bandajlama sesi kulağıma kadar geliyor. Yükleme boşaltma işi ne ara yapılıyor onun farkında değilim. Şu anda saat 2 ve işyeri açık hala. Apartmanın birinci katındaki sabahçı çocuk veya yeni yetme sesten rahatsız olmuş ki camdan sarkarak onları takip ediyor. On altı, on yedi yaşındaki çocuğun niçin sabaha kadar uyumadığını anlamakta güçlük çekiyorum.
Dedim ya, gece uyumak istiyor da bırakmıyorlar.
Gürcistanlı mı Özbek mi Türk mü olduğunu anlamadığım işyerinde telefon görüşmeleri yüksek sesle konuşmalar devam ediyor. Yaptıkları işleri bilgisayara kaydediyorlar galiba ki tam karşımda bir genç adam gözlerini kısarak bilgisayara yazıp duruyor. Gece çalışma izni lazım mı bunlara diye düşündüm bir an ama…
Neyse!
Asıl mevzu dağıldı. Ankara Asfaltı’ndan gelen gürültü, arabaların verdiği mücadelenin geride bıraktığı ses sağanak yağmurdan sonra dereleri dolduran coşkun ve taşkın selin çıkardığı acı sesi andırıyor. Durmadan ama durmadan devam ediyor. Hemen yolun kenarındaki Kartal Devlet Hastanesi’nde yatan hastaların bu gürültüden rahatsız olup olmadıklarını düşündüm birden.
Çocukluğumda sanırım 9 yaşlarımdayken rahmetlik dedem Kavakluca’da bir ev kiralamıştı. Rahmetlik amcası Ömer emmi de başka bir evi kiralamıştı. Yaylacılık, hayvancılık işinde yoğrulmuş bir geleneğin çocukları dedem de amcası da. Ta ezelden bu işle gelip geçmişler. Belki de sosyal hayatın insanlar üzerindeki bitmek tükenmek bilmeyen baskısını bu şekilde örtmüşler. Anadolu’nun, Orta Asya’nın, Kafkasya’nın sosyal rahatsızlık ve karmakarışıklık içinde geçen yıllarında insanı beladan, kazadan koruyan bir yaşam biçimi de yaylacılık ve hayvancılık. Çünkü insanın değerinin olmadığı zamanlarda insanlar bu yolla ancak güç kuvvet bulabiliyor. Mal varsa can var…
Kavakluca’nın biraz ötesinden geçer Ladik Taşova yolu. Oranın adı Kılıçaslan geçidiydi. Belen de denir bu tür yerlere. Tam doruğundaydı Karakol binası. Askerleri görmek için yakınına kadar giderdim. Nezarethane hala duruyordu birkaç sene öncesine kadar. Duvarlarındaki elli yıllık yazılar da o günlerin şahidiydi. Zamanla Karakol işlevini tamamlamış olmalı ki kapatıldı.
Karakol’dan geriye kalan nezarethane, Orak armudu ağaçları ve berrak suyuyla bir de pınar.
Elbette şimdi hayatta olmadıklarını düşündüğüm öyle ya da böyle Karakol’a yolu düşenlerin aziz hatıraları. Bu konuda başka bir gün mevzu edeceğim bir hatıram da var.
Gece yarılarında şoseden geçen yük kamyonlarının acı sesiyle uyanırdım. Kamyon küçük vitesle çıkıyor beleni ve yükü ağır da olunca yırtınıyor. Ankara Asfaltı’ndan gelen gürültüyle o günleri bağladım birbirine. O yıllarda çocuktum, ses rahatsız etmiyordu ve hatta çok da hoşuma gidiyordu. Yolun Kavakluca tarafında iki Küpeli armudu ağacı ve gölgesinde bir çeşme vardı. Son gördüğümde armut ağaçları ayakta ölmek üzereydiler. Çeşme de tamirat bekliyordu. Şimdi bu yol Karakol’un bulunduğu belenin arkasından dolanıyor. Tabii ki gelişmişliğin verdiği imkanlarla yol araçları zorlamayacak hal aldı. Dünya değişiyor, gelen göçüyor, pınar akıyor; oradan kimler ağzını dayayıp buz misali suyundan içti ve şimdi kimler de içiyor!
Hey gidi dünya, koca dünya!
Aklıma geldi. Bu geçidin dereleri insan boyunda, büyük büyük künklerle Akdağ’dan çıkan Küpecik Çayı’na bağlanmıştı. Devamlı su akmıyordu, zaten özellikle sel gibi olumsuz durumlar için konulmuşlardı. Bazan künkler içinden geçerdim, arkadaşım varsa oynardık. İçerisi gölge olurdu ve yaz güneşinden, sıcağından etkilenmezdik.
Anamın “kestenkele” dediği küçük kertenkeleler de bizimle arkadaş olur, kovaladıkça kaçar, döner geri gelir, duvarın böğründe uykuya çekilirlerdi. Bize şımarıklıklar yaparlardı.
Aktaş köylüleri tarlalara aydoğdu ve patates ekerlerdi. Ayrıca fasülye ve mısır. Patates hasat edildikten sonra biz yine kazarak kalanları çıkarırdık ve ateş yakarak közlerdik. Fakat habersiz aldığımız yani çaldığımız aydoğdu ve mısır için mahşere kadar beklemek icap ediyor.
O insanlardan, çocuklarından tanıdığım da oldu ama bir helallik istemek aklıma gelmedi. Biz onlarla iç içeydik. Elbette çocuğuz, görüyorlar, biliyorlar ay çiçeklerini aldığımızı ve mısırı közlemek için yolduğumuzu. Demek ki zımmi bir kabul etmişlik de söz konusu. Çünkü o insanlar belki paraca fakirdi ama yürekleri kocamandı. Yemenin içmenin hesabını yapmıyorlardı, yapsalar şikayet ederlerdi dedeme. Ama yok. Onlar yenilmişe içilmişe karşı art niyet yoksa çoktan helal bayrağını asmışlardı. Geçmişlerinin canı için ses mi çıkaracaklardı?
Yine bir kamyon sesi!
Bir buçuk kilometreden ulaşıyor kulağıma, yol boş ki rüzgarını dahi hissediyorum.