(Kevgür Kalesi = Keçi Kalesi)
Osmanlı Devleti kayıtlarında 15 ve 16. asırda Sonisa Kazası’na bağlı bir nahiye olan Karakuş bugün Akkuş adıyla Ordu vilayetine tabi bir ilçedir. Osmanlı Devleti’nde yöreler nahiye sıfatıyla kayıtlara alınabiliyordu ille de bir merkeze bağlanması şartı yoktu. Kuh-i Karakuş nahiyesi de sanki aynı konumda.1530 tarihli harita üzerinde de görüleceği gibi Karakuş merkezi mevcut ancak bölge kendine has özellikler bağlamında kayıt altına alınmış ve nahiyenin adı Kuh-i Karakuş olarak defterlere geçirilmiş. Bu konuya yazının ilerleyen safhasında tekrar döneceğim.
Karakuş nahiyesinden bahsetmemin nedenleri var ancak asıl neden tarihteki adıyla Karakuş Kalesi’dir. Karakuş Kalesi yörede ve ahalinin dilinde Kevgir = Keygür Kalesi adıyla yer etmiştir. Kale Erbaa ile Akkuş’u ayıran sınırda Tifi Çayı kenarındadır. Erbaa’ya bağlı eski adı Ahretdağı olan Akgün köyü ile Akkuş’a bağlı Seferli ve Alan köylerine birlikte komşu vaziyettedir.
Ahretdağı adı beni düşünceye sevk etti zira acaba önceki nesiller kalenin bulunduğu dağın adını kalenin konumu, görüntüsü ve yapısı itibariyle böyle mi değerlendirdiler?
Yeri gelmişken söz etmeden geçmek olmaz.
1530 tarihli defterlerde birkaç kere arayıp taramama rağmen aynı çağda aynı ölçekte
inşa edildiğini düşündüğüm Hüvelen Kal’ası’na dair bir bilgiye rastlayamadım veya her seferinde gözden kaçırdım.Hüvelen Kale’yle Karakuş Kalesi sanki kardeş gibi duruyor doğal yapıları itibariyle.
Pontus kralları Strabon’un ifadesine göre antik çağdaki adıyla Paryades (Canik) Dağları boyunca Sonisa’dan Niksar’a kadar 75 kale inşa etmişlerdi. Kalelerde su, gıda ve cephane depoluyorlardı. Roma ordusu ile yapılan savaşlarda bu kalelerden istifade ediyorlardı. Kaleler dağlık ormanlık kayalık sarp yerlerde uçurumlarla çevrilmiş ayrıca betonla taş duvarlarla tahkim edilmiş sağlam ve kuvvetli kalelerdi. Uzun süreli kuşatmalara dayanabilecek şekilde inşa edilmişlerdi. Bu kalelerin bir çoğu da şato kalelerdi.
Pontus kralları hazinelerini bu kalelerde sakladıkları gibi aynı zamanda bu kalelerden bazılarını darphane olarak kullanıyorlardı. Kale muhafızlarını hadım insanlardan seçiyorlardı veya sonradan hadım ediyorlardı! (mı?) Bir bakıma kaleler hazine ambarlarıydı. Altın ve gümüş paralar yer altı mahzenlerinde demir ve pirinç kasalarla variller içinde korunuyordu.
Bahsetmekte olduğum Karakuş Kal’ası bu özelliklerin hepsini kendinde taşımaktadır.
Bölge tabiatı itibariyle dağlık ve ormanlık bir arazi yapısına sahiptir. 2400 yıl önceki hali bugünkü haliyle kıyaslanamaz belki. O devirde orman daha katı, daha sık, daha bakir ve daha kesifti. Denizden yükseklik ortalama bin üç yüz, bin beş yüz metrelerde.
Kalenin yüksekliği 300 metre. Bir yanı uçurum ve 2 adet gözetleme kulesi var. Herhangi bir düşmanın veya Roma ordusunun geliş yolları kulelerden gözcüler vasıtasıyla takip ediliyordu. Kalenin içine çok muntazam mahzen, dehliz, tünel, oyuk ve odalar yapmışlar. Tehlikelere, tehditlere ve saldırılara karşı amansız bir savunma gücü meydana getirmişler.
Bir de iki insan boyunda 90 m2 genişliğinde mahzeni andıran bir oda yapmışlar, bu odanın tapınak olarak kullanıldığı emarelerden anlaşılmaktadır. Pontus kralları İran kökenliydiler. Dinleri veya inanışları mucibi kalede tapınağa ihtiyaç duymuş olabilirler.
Krallık devrinde Pontus’ta ve hatta sonra Roma’da Mitra = Mithra dini yaygındı ve bu din köken itibariyle Perslere dayanıyordu.
Kaleyi iç kale ve dış kale şeklinde sağlam ve dayanıklı surlarla tahkim etmişler, çevirmişler.
İki tane dehliz girişi var. Tünellerden birisinin genişliği 3,5 metre olup 45 derece eğimle yapılmış; diğeriyse Tifi Çayı’na inmek için inşa edilmiş ve dar merdivenlere 55 derece meyil verilmiş. Su ihtiyacını ikmal etme haricinde geniş olan tünelin çıkış ve kaçış durumu için hazırlanmış olduğu intibaı yabana atılamaz.
*
Pontus Krallığı:
Pers İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte Amasya başkent olmak üzere M.Ö. 301 yılında kuruldu. Kuruluş tarihi için M.Ö. 281 yılını esas alanlar da var. Böylece Sonisa ve Niksar bölgesi Pontus Krallığı egemenliğine girdi. Pontus bu bölgeye tapınaklar, kaleler, şatolar, saraylar ve sayfiye alanları inşa ettikten başka Niksar’ı da ikincil bir başşehir yaptı. Bu bölgeye azami önem ve ehemmiyet verdi. Niksar’ın o zamanki adı Caberia idi. Malum olduğu üzere Boğazkesen’e de Eupatoria kenti ve kalesi inşa edildi.
M.Ö. Birinci yüzyılda güçlenen Romalılar Anadolu’ya saldırmaya ve yer yer işgal etmeye başladılar.
M.Ö. 71 yılında Lucullus emrindeki Roma ordusu Pontus Kralı Mithridates’in sığındığı Caberia şehri üstüne yürüdü. Kral Mithridates kaçtı. Lucullus bölgede hakimiyet kurdu.
İmparator Augustos, Pontus topraklarının bir kısmını Polemon adlı kumandana yanaşma
krallık statüsünde bağışladı.
Augustus’tan sonra başa geçen Tiberius döneminde kentin adı Neo-caesarea olarak değişti. (M.S. 14 – 37)
Danişmend Ahmet Gazi 1074’den itibaren Niksar ve Sonisa bölgesini fethetti ve böylece Türkler bölgeye yerleşmeye başladılar.
1175 yılında Selçuklular bölgenin hakimiyetini ele geçirdiler.
*
Kayıtlar:
Osmanlı İmparatorluğu 387 numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri
(937 H. / 1530 M.)
Livalar:
Amasya, Sonisa – Niksar, Çorumlu, Sivas – Tokat, Kara-hisari Şarki, Canik, Trabzon, Kemah,
Bayburd, Malatya, Gerger – Kahta, Divriği – Darende.
Defterde Sonisa ve Niksar birlikte tek bir Liva olarak kaydedilmiştir.
Mufassal Defterler
TD 54
İdari Birimler
Kaza:
Sonisa
Nahiyeler:
Frenk-hisarı, Taşabad, Felenbel, Panbuközü, Kuh-i Karakuş, Niksar ve Avlun.
Sayfalar: 527 – 561
İB. AK. MC. O.81
(İstanbul Büyükşehir Atatürk Kütüphanesi)
Nahiye:
Kuh-i Bölük-i Karakuş.
Sahra-yı Karakuş.
Kal’a: Kara-kuş.
(Fotokopisi BOA TD 1084/2 numarada kayıtlıdır.)
Adı geçen diğer kaleler:
Kal’a: Yenişehir
(14 Nefer 1 Dizdar)
Kal’a: Niksar
(28 Nefer 1 Dizdar)
Kuh-i Karakuş nahiyesine bağlı köyler bu cetvelde 539 ve 540’ncı sayfalarda tasnif edilmiştir.
Nahiye olarak adı geçen Felenbel merkez olarak Nefs-i Felenbel adıyla Huvelen Kale = Çalkaya köyünü ifade etmektedir ancak köyde o tarihte bir idari yapı yoktur. Tasniflerde Hüvelen Kale olarak adının geçmesini umduğum “Kal’a” hakkında bir bilgi geçmedi. Yukarıda birkaç cümleyle üzerinde durduğum bugünkü adıyla Çalkaya köyündeki Kale’den söz ediyorum.
Kuh-i Karakuş köy ve mezraları:
-Alan-ı Çam köyü (540)
-Alan-ı Yüngel mezrası (540)
-Anara (Ayan) köyü (539)
-Aroy köyü (539)
-Atabeylü köyü (540)
-Aya Todoros köyü (539)
-Ayvan köyü (540)
-Emri köyü (539)
-Ferenge köyü (539)
-Kargu köyü
-Tığı köyü (539)
…
Cetvelde 26 köy adı sayılmakta ancak yer kapladığı için köy ve mezraların hepsini burada kayda almadım.
*
Kilise Suyu:
Yazımın bu kısmında Erbaa ilçesi Çamdibi köyünde bulunan Kilise Suyu’ndan kısaca söz edeceğim. Çamdibi köyü Karınca Dağları’nın yamacına yaslanmış, yöreye mahsus kargir bina yapısıyla Anadolu Türk kültürünü birebir yansıtmaktadır.
1530 tarihli haritada Geliğin = Çamdibi köyü yer almaktadır. Türklerden önce bölgede yerleşik Romalılar su kültürü yönünden gelişmiş bir toplumdu. Genellikle şifalı su kaynaklarına “therma” adını verdikleri hamamlar inşa ediyorlardı.
Ayrıca inançlarına göre ayazmaları kutsal saydıkları için çocuklarını bu arınma suyu tapınaklarında adına vaftiz dedikleri bir törenle günahtan arındırıyorlardı.
Çamdibi’nde köylünün “Kilise Suyu” adını verdiği ayazma suyunun arınma suyu olarak kullanıldığını düşünüyorum.
Youtube kanalından ve fotoğraflardan anlaşıldığına göre kuyunun dışına moloz taş, kaba taş ve tuğla kullanılmak suretiyle duvar örülerek duvarın desteklediği ölçüde ayazmanın üstü yarım kubbeli kemerli bir yapıyla örtülmüş. Görünümü basit bir yapı gibi dursa da sanatsal ve mimari boyutunu işin ehline bırakmak ve beklemek görmek lazım!
Şifalı ve kutsal suyun önü akış yönünde açıktır. Devrinde suyun ayağına değirmen inşa edildiği, ayrıca bugün olduğu gibi o dönemde de sulama suyu ihtiyacının bu kuyudan karşılandığı tahmin edilmektedir.
Kilise Suyu kaynağında berrak ve tertemiz çıkmaktadır. Fakat aradan geçen yıllara yenilmiş, üstündeki yapı yıkılmış ve harap olmuştur.
Acaba bakım yapılsa onarılsa küçük bir turizm tesisine dönüşemez mi? Böyle bir imkan için vakit çok mu geç?