Yıllar oldu.
Öğrenci yurdunda numarasını unuttuğum odamda yatağımda yatıyordum. Ömür geldi. Üst ranzada mı yatıyordum, alt ranzada mı onu da unuttum. İyi bildiğim bir şey varsa o da, oda penceresinin yurt nizamiyesini görmesiydi. Zaman zaman oturur, pencereden manzarayı seyrederdim. Kim giriyor, kim çıkıyor hepsi gözümün önünde olurdu. Odadaki herkes için durum aynıydı. Karşı ranza Salim ve Sadi’nindi. Benim ranza arkadaşım da Ercan’dı. Adı adımla aynı olan bir arkadaş daha vardı. Galiba Edebiyat’ta okuyordu. Kenan da Edebiyat’ta okuyordu. Arap dilinde okuyordu ama geldi Mal Müdürü oldu bizim kazaya. Erbaalıydı.
Günlerden Cumartesi olması lazım; yurttan ve okuldan birkaç arkadaşla beraber yurdun yanındaki Kültür Merkezi’ne gittik. Program ne idi, konu ne idi; onu da unuttum. Fakat izledik.
Proğram bitince çıkış salonunda arkadaşların kızlı erkekli ama kısım kısım toplandıklarını gördüm. Hatta kızlardan birkaç tanesi biraz geride duruyordu. Ömür bana, “hadi gel şunlarla hasbihal edelim” dedi. Kızlara doğru yönelince başka birkaç arkadaş daha geldi, beni tuttular, yolumdan çevirdiler ve salonun sakin bir köşesine geçtik, durduk, soruttuk, sohbete muhabbete daldık. Hatta çokça kalabalıktı salon ve izleyiciler arasında bitmeyen koyu sohbetlerin sürdüğü görülüyordu, duyuluyordu; yankılanan sesler de şahitti ortama. Kimse yerinden ayrılmıyordu. Bağırışmalar gülüşmeler şakalaşmalar almış başını gidiyordu. Bir ara Ömür geldi koluma girdi. “Hadi gidelim” dedi. Kapıdan üç beş arkadaşla beraber gürültü yaparak dışarı çıktık. Hemen sonra herkes bir tarafa dağıldı. Ömür’le birlikte yanıma gelen önceki yurttan oda arkadaşım İhsan da bizimle vedalaştı ve döndü yurduna gitti. Ömür koluma sıkı sıkıya yapıştı. Öylece yürüdük ve yurda girdik. Koridorda durdu yüzüme dik dik baktı gülümseyerek dedi ki:
“Hadi gel çay içelim!”
Ömür çayı severdi, samimiydi beni de severdi ama bu seferki hal ve tavrında bir hinlik vardı. Oturduk masaya. O tarihte Orhan Baba “O Sen miydin” adlı kasetini çıkarmıştı. Ömür de genellikle o günlerde odasında Bergen dinlerdi. Kimi de Tüdenya; yanılabilirim! Bergen ile onun sayesinde tanıştım. Gerçekten yürekten içten derinden okuyordu; bazı anlarımda teselli de veriyordu deli gönlüme.
Laf lafı açtı; döndü dolaştı geldi, durdu, yutkundu ve lafın sonunda dedi ki:
“İhsan, Gülendam’ı seviyor, biliyor muydun?”
“Yok” dedim. “Geçen sene onunla aynı odadaydık. Aramızdan su sızmazdı. Sırrını bana açardı öyle ya da böyle. Başkasına güvenmezdi. Bunda bir hal var.”
Elbette o anda düşündüm ettim, bir anlam veremedim. Bahane uydurmak istedim: “Kızı tanıyorum. Öyle hiç alıcı gözle bakmadım. Bana birazcık şey geliyor.”
“Ne geliyor” diye söylendi.
“Hemen bozulma canım. Yani yüzü gözü yapısı belki huyu suyu şahane. Güzel de. Bilemem, hatta beni alakadar etmez ve bağlamaz da.”
Şöyle kollarını açarak gerindi Ömür. “Sırası değil şimdi bunun” dercesine el kol işareti yaparak iki çay daha söyledi. Bu esnada kantinde Orhan Baba’nın “O sen miydin” adlı şarkısı tekrar tekrar çalıyordu ve kimseden çıt çıkmıyordu. Salim, Orhan Baba’ya çok düşkündü. Müptela gibi sanki! James Bond çantası vardı dolabında ve o çanta Orhan Baba’nın kasetleriyle doluydu. Bunu da niye yazma gereği duydum ki, bilmiyorum.
Ömür vık vık boğuluyor fakat gerisi gelmiyordu. Çayımızı içtik tam kalkmak üzere iken:
‘İhsan’a söyledim” dedi.
“Ne söyledin” dedim.
“Canım olayı söyledim, yarın sabah hazırlanacak, nizamiyeye gelip bekleyecek” dedi.
Şok geçirdim.
“Benim tanıdığım İhsan böyle bir hususta kendine bu iyiliği yapmaz” dedim.
Ayrıca ekledim:
“Geçen sene memlekete gidip geldiğinde kendince uydurduğun masallar türünden bir masal olmasın bu da?”
Çehresi düştü. Çünkü masal anlatmakta ustaydı. Bunu da memlekette başına kötü bir hadise geldiğine dair anlattığı aklınca beni oyaladığı alaya aldığı olaydan biliyordum.
Bir an düşündü.
“Ben” dedi ve sustu. Camdan dışarı baktı. Güneşin çakmak çakmak olmuş gözleriyle temas etti. Gözlerini oğuşturdu, yüzünü buruşturdu.
“Şimdi salonda kızla konuştum. Yarın sabah saat sekizde nizamiyede olacak.”
“Gülendam mı?”
“Evet!”
Hiç ihtimal vermediğim olayın sathına ben de istemeden dahil oldum. Fakat yerimizden kalkmadık. İşin iç yüzünü anlamadan dinlemeden sandalyeden kalkmayacağımı hissettirdim. Gerçek yüzünü görmediğim bilmediğim bir işe girişmem mümkün değildi. Kalıplarım içinde olmayan işler bana göre olmaz; bundan dolayı mağlup olsam da, zarara ziyana uğrasam da. Çünkü İhsan değer verdiğim bir can. Fakat gönül bu!
Bu arada nerede var, nerede yok, Halis Ağa gemini çekince arka iki ayağı üstünde şaha kalkan rahvan atına binmiş kantinin bahçesinde göründü. Ömür Halis Ağa’yı o haliyle görünce rahatladı; durumu fırsata çevirdi kalktı seğirtti ve bahçeye çıktı.
Hadiseye iyice vakıf olmam gerekiyordu zira olumsuz bir hal hasıl olacak olursa İhsan fena bozulacaktı ve daha ötesinde bana kızacaktı, küsecekti. Çok iyi biliyordum. İşmarla Ömür’ü uyardım ve akşam odasına uğrayacağımı işaret ettim. Uca dağlar başına çöken kara duman misali başıma çöken hislerimi boğan canımı sıkan koridor ışıklarının gölgesi altında odama çıktım ve sırdaşım arkadaşım yatağıma uzandım.