HASBİHAL Enver Seyhan 

0
328
Enver Seyhan
Facebook da gelişmeleri takip ediyor. İnsanlardan haberdar. Hareketten bereketten hararetten maharetten haberdar. Yıllar önceki yazıları getirip masama koyuyor; bir daha, incele ve bak, diyor. Dediğim gibi çoğunu siliyorum. Silmediklerimi yine facebook mecrasında saklamayı düşünüyorum.
Bakalım Mevla n’eyler / N’eylerse güzel eyler.
Arada bir işimin düştüğü büroya, sebep hasıl olmuş ki sıra butonu koymuşlar. Buton kelimesi ecnebi diline mahsus olduğundan yer vermek istemiyorum ama… Gelişmeden, ilerlemeden, terakkiden haberi olmayan, icat edemeyen, kendisi üretemeyen ülkeler, takip ettikleri kültürlerin kelimelerine sözlerine sözcüklerine, adetlerine ihtiyaç duyarlar, dahası mecbur kalırlar.
Buton lügat diline göre elektronik cihazları açıp kapamaya yarayan düğme imiş. Teknolojisi ile beraber kelimesi de gelmiş dilimize yerleşmiş.
Sıramı aldıktan sonra baştan aşağı yenilenmiş, minderleri ayrı ayrı renklendirilmiş, duruşuna görünüşüne bahardan ahenk katılmış koltuklardan birine oturdum. Dışarıdaki sıcak ile denge sağlamak maksadıyla olacak, soğutucuya öyle bir ayar vermişler ki sıcağın şahmeti içerinin serinliğinde gündüzün geceye karıştığı gibi karışmış kaybolup gitmiş. Memurlar hiç oralı değil. Sakince, sessizce, dış etkenlerden alakasızca işlerini yapıyorlar. Sıra alıp bekleyen varmış, bekleyenin işi aceleymiş, akıllarından bile geçmiyor. Sükunet içinde, arada bir de cep telefonlarına bakıp gülümseyerek işlerini takip ediyorlar. Aslında olması gereken de bu diye geçti içimden! “Acele işe şeytan karışır” derler.
Çalışma ortamı o kadar sakin ki nefes alıp veren bile yok sanki. Ferah, rahat, huzurlu, serin…
Camdan dışarı bakınca caddedeki çınar ağacının dibini süsleyen çiçeklerle göz göze geldim. Üç beş kök kadar var. Yaprakları kabalduruk yaprağı gibi kocaman. İki kökte açılmış sarı kırmızı pembe çiçekler birbiriyle uyum içinde gelene geçene gülümsüyor. Bu çiçeklerin ne adını biliyordum ne de böyle güzel, rengarenk açtığından haberim vardı bugüne kadar. Caddeden gelip geçtikçe bu büyük yapraklı çiçekleri yıllardır görürdüm de hiç mi hiç kıymet vermezdim, hakikaten mest oldum…
Gözlerimi bir noktaya dikip öylece kala kaldım. Hiç aklımda yokken gayri ihtiyari yıllar yıllar evveline doğru yürüdüm, kendimden geçtim, dalıp gittim…
Haziran sonlarında başlayıp Ağustos başına değin devam eden ekin biçtiğim günler sıralandı, gözümün önünden bir bir geçmeye başladı. Bugünkü gibi değil. Kırk sene önce köyde mevcut tarım aletlerinin, makinelerin, yeniliklerin hiç birinin bulunmadığı günlere gittim. Tarlalar dolusunca ekin beden ve el yordamıyla, orak ve tırpanla biçilirdi. Ekin dediğim de bizim oralarda genelde arpa, buğday, çavdar ve yulaf ekilirdi. Kırsal ekim sahasında başka ekilip hasat edilen ürünler de vardır belki ama hiç rast gelmedim. Orak ayında, güneşin alnında ekin biçmek öyle küçümsenecek, basite alınacak bir şey değildir, zordur, dayanıklılık ister, güç ister, azim ister, kuvvet ister. Soğutucunun ferahlığında iş yapmaya benzemez. Bu aylarda güneş vurduğu taşı yakar, taş temmuz güneşinin kızgın ateşinde fokurdar da kimse duymaz sesini…
Orak ayında sabah ezanıyla beraber yataktan kalkılır. Yatak da yere serilmiş yün döşek veya makat üzerinde şilte. Divan denilen bir şey daha vardı ki gövdesi demirden yapılmış ve yatak kısmına yay tertibatı geçirilerek gövdeye bağlanmıştır. Yatak yaylı bölüme konur. Divan aynı zamanda şimdiki koltuk vazifesini de görür. Makat ve divan ile çok eski, hiç değişmeyen düzenden bir adım beri gelindi, toprak zemine, kilim üstüne atılan minderden vaz geçilmedi ama bir nebze olsun iyileşme sağlandı. Geleneksel ev düzeni yavaş yavaş yerini yeni ve daha rahat ürünlerle, konforla değiştirildi. Toprak evler de yıkılıp yerine betonarme evler dikildi. 50 sene önce başladı değişim azar azar…
Dediğim gibi sabah ezanıyla beraber cümbür cemaat yataktan kalkılırdı. Ay adını belli ki orak biçmekten almış. Orak ayı gelmeden on beş gün önce orak biçme eşyaları, alet edevatı hazır edilir, bir yerde toplanır ve el altına konurdu. Kösüre taşında oraklar bileylenirdi. Gün dönümüyle birlikte arpalar ağarmaya başlar, birkaç gün içinde biçilmeye hazır hale gelirdi.
Köylünün hemen hemen hepsi, kağnısı olan kağnısıyla, merkebi olan merkebiyle, kimisi de yükünü sırtlayıp kuşluk vaktiyle beraber yola koyulurdu. Zaman içinde traktöre sahip olanlar bile ilk yıllarda yürüyerek giderdi ekin biçmeye. Herkes herkesi tanır, bilirdi. Hangi tarla kimin o da herkes tarafından tereddütsüz bilinirdi. İnsan adını unuturdu da tarlanın, bağın, bahçenin kime ait olduğunu asla unutmazdı. Bir de ekin tarlasına su götürülürdü. Suluk diyeceğim eşyanın adı boduçtu. Boduç, ensiz, kalınca ve elli santimetre boyundaki özel kesilip hazırlanmış tahtaların dizilerek metal sac kuşaklarla, şıfatlarla sarılıp bağlanmasıyla yapılıyordu. Küçük ebattaki tahta taraba mamülü olarak tanımlamak istedim birden.
Boduç bir hafta önceden suya yatırılırdı, tahtaları iyice şişsin de su doldurulduğunda dışına sızmasın diye. Gerçekten de dışına su sızdırmazdı. Tarlaya varınca su hemen ılımasın diye gölgede, gölgenin en koyu yerinde muhafaza edilirdi. Boduçlar, sabahın köründe cağıştaktan doldurulurdu. Cağıştaktan aşağı beyaz köpükler saçarak düşen suyun temiz ve soğuk olduğuna karar verilmiş vakti zamanında. Cağıştak için küçük şelale demek de uygun.
Daha sonraları boduç birdenbire yerini plastik bidonlara bırakıverdi. Elli bir sene geçti üzerinden tamı tamına. Taşınması daha kolaydı. Hatta su tükense bile yakın bir çeşmeden, gözeden doldurmak mümkündü. Sırası gelmişken evlerde bugünkü anlamda şibe yoktu. İbrik ve leğen kullanılıyordu, başka çare de yoktu. Hatta ibrik dışarı çıkmak için, abdest almak için devamlı dolu dururdu. Belki yüzyıllar boyunca ibrik ya topraktan ya da bakır madeninden imal edilmişti. Sonra alüminyum mamül dönemi başladı. Gün geldi sanayileşme ve teknoloji klasik ve gelenekle gelen ne varsa hepsini eskiciler çarşısına gönderdi, müzelik yaptı. Bunların alayı son kırk yıl içinde olup bitti.
Dünyanın bildiği ettiği hayat düzeni göz açıp yumuncaya kadar çarçabuk değişti ve geçmiş unutuldu gitti.
Tarlalardan geçerken insanlar selamlaşır ve yoldan geçen tarlada iş görenlere “kolay gelsin, bereketli olsun” diye temennilerini sunardı, onlar da “hoş geldiniz, sefa geldiniz” diye mukabele ederlerdi. Ayak üstü beş dakika, on dakika sohbete bile dalarlardı.
O sohbetlerin tadı damaklarda kaldı. Kimse de özlemiyor o sohbetleri artık…
İnsan da düzen de değişti. Değişmek yetti mi?
İnsanlık huzura erdi mi? Yapanın yanına kâr kaldı mı?
Bütün bu sorular benim inancıma göre, ayrıntılı ve tafsilatlı bir şekilde sinde yanıtlanacak!
Ve cevabı akla hayale gelmedik bir biçimde çok ama çok acı olacak!

Yorum Ekle