Gurbet ne demekti?
Aslında gurbeti bu toplum çok uzun yılların ötesinden gelerek yaşamış, hala da yaşıyor. Gurbet treni düdüğünü çaldığında, bir kapı kapanıyor, başka bir kapı aralanıyor. Belki de bir daha hiç geri dönmemek üzere geride kalanların göz yaşlarına gidenlerin göz yaşları karışıyor, gah mütebessim, gah acılı bir veda busesiyle perde iniyor…
Tabii afetler, savaşlar, zulümler, geçim şartları nedeniyle doğup büyüdüğü, kültürüne, iklimine, havasına, suyuna alışkın olduğu yerlerden ceketini alıp hiç bilmediği, tanımadığı, yabancısı olduğu yerlere doğru yola çıkmanın, yola çıkarken dertli, efkarlı bir türkü yakmanın adıdır gurbet. Hüzün pınarlarından avuç avuç firkat suyunu içmenin buruk, kekrem, sasuk tadıdır gurbet. Belki de candan, canandan, anadan, babadan, yardan, evden, barktan istemeye, istemeye, içi yana yana, zehirli baldıran şerbetini kana kana içmektir; benlikten, duygudan, hatıradan, alışkanlıktan, dosttan, ahbaptan geçmektir gurbet…
Bu toplum, gurbet toplumudur. Son yüz sene evvelki göçlerin amacı farklıydı, şimdiki göçlerin amacı farklı. Amaç ve gayedeki farklılık gurbet mefhumunda bir değişiklik, bir yenilik, bir kolaylık, bir aşinalık ortaya koymuyor. Bilakis amacına ve gayesine göre yeni acılar, sıkıntılar, dertler, elbette ki mutluluklar üretiyor gurbet…
Sanayi devriminin insanlık üzerine yüklediği en büyük yük, geçim derdinin, yaşam şartlarının başkalaşması, ağırlaşmasıdır. Paranın hiç olmadığı kadar insan hayatının içine girmesidir. İnsanlık, adamlık, kişilik ölçüsü artık para. Bildiğimiz kuru para!
Dönüş hızıyla dünyanın bile başını döndüren kültür yozlaşmasının tarifini yapabilmek ise mümkün değil…
Oysa o zamanlar, sılada ve gurbette ne güzel hayatlar yaşanıyordu. Özlemler, mektuplar, yol gözlemeler, bayramları fırsat bilmeler vardı. İnsanlık, yüzde yüz olmasa da paranın emrinde değildi. Muhabbet, sevgi ve saygı bir köşede kucaklaşmaya, anlamaya, anlaşmaya, aynı duyguları paylaşmaya hazırdı.
Gurbet artık hem yakın hem uzak. Yakın çünkü teyyareye binince dünyayı dolaşmak mümkün. Uzak çünkü özlem içinde ömürler tükenip gidiyor. Kısa ziyaretler eski tadı vermemeye başladığı gün, zalim gurbet artık yeni vatan oluyor. Hayatın getirdikleri götürdükleri içinde yeni akrabalar, yeni dostlar, yeni arkadaşlar, mal mülk, belki hırs memleket sevdasının yerini alıyor.
Halbuki umut tekeri durmasın dönsün diye memleketin adını taşıyan dernekler ve cemiyetler kurulmuştu. Derneklerde toplanıp günler düzenleniyordu, nişan ve düğün törenleri tertip ediliyordu, Ramazan ayında iftar veriliyordu, gurbette emrihak vaki olması durumunda bütün imkanlar zorlanıyor, cenaze dernek vasıtasıyla memlekete gönderiliyordu.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Gurbette doğan çocuklar doğduğu toprakları memleket bilince, ana baba gayri iradi olarak akıllarından geçen her neyse onu gerçekleştiremeyeceklerini ya anlamaya çalıştı veya gidişata alıştı. Yaz aylarında veya birkaç senede bir gittikleri memleket yerine tatillerini sayfiye yerleriyle değiştirmeye başladı.
Zaten memlekette de ilk nesil çoktan ahirete göçmüştü. İkinci nesil yaşını başını almıştı. Köyler kentlere doğru akıyor, boşalıyordu. Gurbet ikinci vatan olmuştu, cenazeler bile artık gurbet mezarlığına defnedilmeye başlanmıştı. Bayramda seyranda kim memlekete gidecekti de mezar ziyaretinde bulunacaktı? Yavaş yavaş artık kara gurbet, acı da olsa vatan oluyordu…
Fotoğraflara bakınca insanın yüreği gam doluyordu, ufukta batan güneşe dalan kara gözlerden hasret, yağmur olup boşanıyordu. Ama ne yazık ki soyka gurbet çoktan vatan olmuştu. Bundan sonra, sadece yüreğine gömdüğü sıla hasretiyle uykusunda sarılıp yatacak, ama derdini, hasretini, özlemini kimselere anlatamayacaktı…
Aslında konu gurbetti de bu değildi. Ruhun gönül ile, kalem ile sarmaş dolaş olmasıdır yazmak aslında. Aynı düzlemde, aynı konuyu ayrı cümlelerle, farklı duygularla dile getirmektir.
İnsanlar yurtlarından savaş nedeniyle, mübadele nedeniyle, geçim derdiyle, en zor ve acı olanı da sebepli sebepsiz sürgün edilerek ayrıldı.
Sürgünlük!
Nice hayatlar sürgünde acı, keder, gam, sıkıntı içinde, memleket hasretiyle son buldu. Gurbetin sinesine düşen yüreğin bir yanının yıkık, bir yarısının yanık olmaması mümkün mü?
Şair öyle diyordu:
“Gurbetin cemresi düştü içime
Karardı yine gökler
Yalnızım bu şehirde, yapayalnızım.
Ne ben kimseyi beklerim,
Ne kimse beni bekler.”
Bir taraftan da “Almanya acı vatan” diyerek geçim derdiyle yola düşen insanlara yıllar içinde başka insanlar da eklendi. Anadolu’nun öz evladı zamanla Avustralya’dan Rusya’ya, Japonya’ya ve dünyanın her yanına bir avuç umuda sarılıp dağıldı. Hal böyle olunca gurbet üstüne daha nice şiirler yazılacaktır, kim bilir? Nice gönüller hasret türküleriyle kavrulan yüreğini soğutamadan bu dünyadan gözü arkada göç edecektir belki de…
*
Yazılarımı uzun tutmamaya, kalabalık cümleler kurmamaya gayret ediyorum. Okuyanın yüreğine dokunmak için çaba sarf ediyorum. İlle duygusal yönüyle değil, hayatın her yanıyla okuyucunun yüreğine dokunmaktır marifet düsturuna bağlı kalmak istiyorum.
Şehrin göbeğinde yürürken dar bir sokakta veya otururken kuş cıvıltılarıyla kalabalıklara nefes olan yeşil bir parkta; bu yüksek binaların altında, gölgesinde kendini iyi mi kötü mü hissediyorsun diye bir soru sorulaydı, şöyle derdim:
“Yaşam alanlarının doğal manzarası kıyamete kadar değişmeden hep canlı, hep tabii, hep bakir, hep fıtratı sathında kalsın. İnsan eliyle zayiat verilmesin. Kim mezara neyi götürdü ki?”
Niye böyle cevaplardım? Çünkü doğal hayatın korunması, yaşatılması, sürdürülmesi o kadar önemli ki…
Memleketimin ormanlarına, özellikle Canik Dağları’na gittiğimde, hele ki yaz ve güz mevsimi ise, orman içinde kimin aşıladığını bilmediğim türlü tevir meyve ağacına rastlardım. Yaşlı ağaçlardı. Bunlardan başka belki yüz, iki yüz, üç yüz yaşında “koca çördük” diye ifade ettiğimiz aşılanmamış, yabani armut ağaçlarını, acuk ağaçlarını görürdüm. Yerleşim yerlerinin yakınlarında her nevi meyve ağaçlarından oluşmuş meyvelikler vardı. Çünkü Canik Dağları sinesinde yaylaları, köyleri, mezraları barındırıyor.
Meyve çeşit, tür ve cinslerinin korunması, yaşatılması ve nesillerinin devamı konusunda, köylerle, mahallelerle, yöre halkıyla bilgi alışverişinde bulunmak icap ediyor, diye aklımdan geçiyor. Bu nedenle yapılacak toplantıların verimli ve kayda değer olacağını düşünüyorum.
Ayrıca yöremizdeki bütün köylerde manda, sığır ve davar yetiştiriciliği yapılıyor. Yöremizin yaylaları ve meraları, çayırları verimlidir; köylü hayvancılık hususunda tecrübelidir, uzmandır, ehildir. Bu sebepten olacak, bu zamana kadar bölgemizde hayvancılık, yaylacılık süregelmiştir.
Aynı zamanda, hayvancılık konusunun alışılagelmiş dar kalıplar içinde gerekli verime ulaşıp ulaşmadığı takip ediliyor mu, bilmiyorum. Buradan hareketle, köylerde, yaylalarda hayvancılıkla uğraşanlara, besicilere periyodik toplantılarla modern manada bilgilendirmeler yapılıp yapılmadığını da bilmiyorum. Veteriner hekimler tarafından köylerde hayvancılık konusunu ele alıp üretici ile fikir teatisinde bulunulması mutlaka verimli olacaktır. Bilgi çağında uzmanlara ihtiyaç duyulması kadar tabii bir şey yok; bu itibarla işin ehli uzmanlar vasıtasıyla yapılacak toplantılardan istifade edileceğini düşünüyorum. Belki de yanılıyorum!
Mübarek Ramazan ayında iftar sofralarında ve sahur vakitlerinde gönlünüzden geçen güzel dileklerinizin kabul olmasını temenni ediyorum!
Selam ve muhabbetle…
Enver SEYHAN