Gönül Hayati Özkan’la Merhum Babası Niyazi Özkan ve Çocukluk Hatıraları Üzerine Röportaj

0
556

Yusuf Turan Günaydın

Gönül Hayati Özkan, Taşova üzerine düşünen, teklifleri olan bir Taşova sevdalısı… Yıllarca önce bana getirdiği babası merhum Niyazi Özkan’a ait eski harfli bir not defterini incelemiş ve Mübadele ile Türkiye’ye göç eden bir ailenin tarihçesini keşfetmiştim. Şimdi bu notları kitaplaştırmak istiyoruz. Bu sebeple merhum Niyazi Özkan’ın Göç Notları’nı tamamlamak üzere kendisiyle bir röportaj gerçekleştirdik. Kitabın başında yer alacak olan bu röportajı önce hemşerilerimizle paylaşmak istedik.

Gönül Ağabey, merhum babanızın size yazılı olarak bıraktığı Göç Notları’na geçmeden önce çocukluk yıllarınızdan babanızla ilgili neler kaldı aklınızda diye soralım.

-Babamla ilgili olarak şuradan başlayalım: Altı yaşında iken amcamın oğluyla ikimizi birlikte şu anda oturduğumuz Matbaanın önündeki caddeden, elimizden tutup yürütmek suretiyle Yeşilırmak İlkokulu’na kayıt yaptırmaya götürmüştü. Buradan başlayalım.

Yeşilırmak İlkokulu ta Samsun Caddesi’nin orada…

-Hayır, hayır. O zamanlar Yeşilırmak, şimdi Atatürk İlkokulu’nun bulunduğu yerdeydi. Şimdi orada anaokulunun bulunduğu yer var ya, onun olduğu yerdeydi.

Tamam.

-İlk o şekilde altı yaşındayken bizi ilkokula yazdırdı. Amcamın oğluyla ikimiz de aynı yaştaydık. İkimizi birlikte götürüp okula kaydettirdi. Biz ilkokul yıllarında iken babam Taşova ilk kurulduğunda -1944 yılında- Belediyeye -köy muhtarlığını bırakarak- muhasebe işlerini yapmak üzere davet edilmişti. Orada görev yapıyordu. Böylece Taşova’ya yerleşiyoruz ve Taşovalı oluyoruz. Taşova’ya yerleştikten sonra doğmuşum.

İşte köyden buraya göç ediliyor. Babam o zamanlar biraz imtiyazlı olarak görülen insanlardan. Çünkü okur-yazarlık oranı çok düşük.. O zamanlar ihtiyaç duyulan okur-yazar insan ihtiyacını köylerden Taşova’ya topluyorlar. Tabii eli kalem tutan, okur-yazar insanlarla birlikte varlıklı insanları, falan ağayı, filan beyi de davet ediyorlar yeni kurulan bu ilçeyi şehirleştirmek için. Hâliyle bu kimselere yer tahsis edilirken bazı kolaylıklar da tanınıyor. Biraz daha kolay yer edinmişler.

Belediyede bir müddet çalıştıktan sonra burada inşaatlar ortaya çıkıyor. İşte Tekel binası yapılıyor, devlet evleri adı altında memurlar için yapılan evler, hükümet konağı, kaymakamlık binası inşa ediliyor. O zaman hep tek katlı, depreme dayanıklı binalar yapılıyor. Bu inşaatlar bir hareketlilik getirince babam bir taşocağı açmayı tasarlıyor. Belediyedeki görevinden ayrılıyor.

O zamanın vasıtaları daha çok at arabaları… Dayımları, amcamları da buraya getiriyor ve onlara at ve at arabası temin ediyor. Kendisi de bu işi koordine ediyor. Taşocağında taş teminiyle o inşaat sektöründe yer alıyor. Bir müddet de bu işle ilgileniyor.

Sonrasında yazıhane açmak suretiyle -o zaman avukatlık müessesesi yaygın değil- arzuhâlcilik yapmaya başlıyor. Eski Türkçe olan tapu vb. kayıtları da okuyabildiği için Mahkemelerde de bilirkişilik yapıyor.

Evet, yayımlayacağımız notlarında da eski yazıyı çok işlek bir şekilde kullanabildiğini görüyoruz.

-Bu şekilde mahkemelerde de istifade ediliyor kendilerinden. Biz o günlere -aklımız ererek- şahit olduk.

İşte o günlerde Taşova’nın Fadara köyüne iki ciple keşfe gidenler arasında babam da var. Bu keşiften dönüşte yağmura yakalanıyorlar, köyün hemen çıkışında bir dereyi geçerken birinci jip çıkıyor, babamın bulunduğu ikinci araba kayıyor ve dereye yuvarlanıyor. Eskiden tabii ham yollar, dar geçitler, meyilli yollar, çamur, malzemesiz yollar var. Bu sebeple böyle bir sıkıntı yaşanıyor. Orada şoförün kolu kırılıyor, zabıt kâtibinin kaburgaları kırılıyor, diğer insanlar da çok hafifi bir şekilde kazayı atlatıyorlar. Arabada olanlar içerisinde bir tek babam -biraz yapılı, kemikli olduğu için- takla atan cipte biraz fazla baskı altında kalmış oluyor, eziliyor. Babam orada hayatını kaybediyor (1948).

Allah rahmet eylesin.

-Çocuktuk. O günlerde de bugün Taşova içerisinde olan ahşap iki katlı binamızın inşaatı yeni bitmişti. On altı gün kadar orada kaldı babam. On yedinci gün cenazesi geliyor. O yeni yaptırdığı binada da ancak on altı gün kalabiliyor.

Tabii biz çocuktuk. O gece babam yok, gelmedi. Sabah olduğunda da gelmedi. Evin önüne de bekçi koymuşlar, huzursuz olmasınlar diye ev ahalisine haber vermeyin diye tembih etmişler. Fakat sabah erkenden benim okula birlikte yazıldığım amcaoğlu -çocuk olduğu için ondan beklemiyorlar- eskiden kapılarda kilit falan da yoktu, ihtiyaç duyulmazdı zaten. Bütün şehrin tamamı bir aile gibiydik. İşte çocuğun bizim evin önünden geçerken içeri dalacağını düşünmedikleri için farkına varamıyor bekçiler.. O da hemen kapımızın önüne gelip -bekçiler yetişinceye kadar- gelip kapıdan girer girmez bize babamın öldüğünü haber verdi. Biz ilk haberi amcamın oğlundan almış olduk.

Çocuklar tabii siyaset güdemediği için…

-Tabii.. Öyle oldu. Ondan sonra bizim hayatımız tamamen değişti. Yani varlıklı, iyi geçinen, o güne göre iyi bir kazancı olan bir ailenin ferdiyken, birden sudan çıkmış balık durumuna düştük.

En büyük kardeşiniz kaç yaşındaydı o zaman?

-En büyük kardeşim olan büyük ablam evliydi o zaman. Erbaa’da idi. Hâlâ hayattadır kendisi.

Allah hayırlı ömürler versin.

-Ondan sonra gelen ağabeyim de hâlâ hayattadır; İzmir’de yaşıyor. O da Amasya’da lisede okuyordu. O zamanlar Taşova’da daha lise yok. Amasya Lisesi’nde ikinci sınıf talebesiydi babamın öldüğü yıl. Daha sonra liseyi bıraktı; Sanat Okuluna geçti. Sanat Okuluna geçme sebebi de bir an evvel bir sanat öğrenip iş edineyim, eve katkım olsun düşüncesiyle okul değiştirdi. Kendisi aynı zamanda iyi bir futbolcuydu. Bölgenin bilinen bir futbolcusuydu. Amasya takımlarında oynuyordu. O zaman tabii biz keyifle dinlerdik Samsun’a giderlerdi; Samsun’u yenip gelirlerdi. Amasya’nın iyi bir futbol takımı vardı. O takım içinde iyi oyunculardan bir tanesiydi kendisi. Talebeyken de bir süre Amasyaspor’da oynamışlığı vardır.

Ben  tanır mıyım acaba? Halis Ağabey diye bir abiniz vardı…

-O evet. Halis Ağabeyim. Ali Rıza Ağabey’le birlikte biz çocukluğumuzda onların buralardaki maçlarını çok izledik. O zamanlar Sıhhiye İsmail’in oğlu Attila Ağabey vardı; Ali Rıza Ağabey vardı; Ahmet Kuşdil vardı. Yani o zamanın futbolcuları… Avrı işte o yaşta olanlardan başkaları da. Hemen arkalarından yetişenler; Aydemir Ağabey vardı. Onun hemen arkasındaki kuşaktan Kâmil Keleş vardı. Gençliğinde iyi futbolu vardı onun da. Keleş ailesinden hep futbolcular yetişti. Mesela Osman’dan Taşova’da futbol alanında hep istifade edildi. Osman’ın emekleriyle yetişen profesyonel futbolcularımız çıktı Taşova’dan.

Taşova’da ben bildim bileli futbol her zaman sevilen, gündemde olan bir spordu.

-İşte Osman Keleş’in bu konuda çok emekleri var. Geçmişte abimlerin döneminde onlara özenerek başlayan gençlerden Osman Keleş bu işi devam ettirdi. Kendini bu işe adadı diyebiliriz yani.

Sizin doğum tarihiniz nedir?

– Ben 1949 doğumluyum. Şu an 76’nın içerisindeyim.

Maşallah, Allah hayırlı uzun ömürler versin.

-Sağ ol Allah razı olsun.

Babanız hangi tarihte evlenmişti? Taşova’ya yerleşmeden önce mi, sonra mı?

-Buradan sonra tabii. Babam on dört yaşında gelmiş Türkiye’ye. Onu da şöyle anlatayım: Memleketten buraya amcası, amcasının hanımı, bir tane de yine amcasının oğlu -Nazım Amcam- birlikte gelmişler. Onların hem anneleri kardeş, hem babaları kardeş. İki oğlan kardeş. amcamla babam hem teyze çocukları, hem amca çocukları. Öyle bir evlilik yapmışlar. Dolayısıyla amcamın babası hayatta, hanımıyla birlikte buraya kadar babamla geliyorlar. Memlekette de babamın babası esarette kalmış; Balkan Harbi’nde esir düşmüş. Babam yetim kalınca amcası sahip çıkmış ve orada babamın tahsil görmesi için çok heves etmiş. Babamda böyle bir kabiliyet gördüğü için tahsiliyle çok ilgilenmiş. Hatta babamın notlarında yazar: ‘Buraya geldikten sonra şartlardan dolayı tahsilimi devam ettiremedim, çok üzgünüm’ diye bir ifadesi var o kayıtlarda, günlüğünde…

Tabii buraya gelmeden önce okuma yazmayı mükemmelen öğrenmiş. El yazısından da belli; çok işlek bir el yazısı var; rik’a yazısıyla .

-Doğru. İşte buraya geldikten sonra köyde on dört yaşından sonra yetişiyor; askere gidiyor. Sonra tekrar askere alnınmış. Burada bizim Hacıbeyli Konyarlar var ya hani; onların babaları da aynı zamanda babamın asker arkadaşıdır, çok iyi ahbaplıkları vardı. Akran oluyorlar yani. Onlar Hacıbey’le Herizdağ köyleri memlekette Kozlu köyü adlı tek bir köydendirler. Buraya birlikte geldikten sonra iki köye ayrılıyorlar. Mesela benim halalarım, babamın akrabaları Hacıbey’de kalıyorlar. Bizimkiler Güvendik köyüne (Herizdağ) yerleşiyorlar. Daha da öncesinde; ilk geldiklerinde Çaydibi köyünde kalmışlar. Notlarda yine yazıyor.

Çaydibi köyü o zamanlar Haddadi diye geçiyor.

-Haddadi evet. Babamın teyzesi ve amcasının mezarları şu an Çaydibi’nde.

Allah Allah… Siz ve kardeşleriniz Taşova’da doğdunuz.

-Benim bir büyüğüm (Mehmet) ve ben Taşova’da doğduk. Bir de Mehmed’in büyüğü var. Mehmet 1945 doğumlu. Mehmet’ten daha büyük olan -üç yaş kadar- 1942 doğumlu oluyor. 1942 doğumlu olan kardeşimiz (Hayati) köyde doğmuş. Taşova’ya geldiğinde yedi yaşında Yeşilırmak’a gidiyor. Yani ırmakta boğularak ölüyor.

Bizim çocukluğumuzda da Yeşilırmak’ta çok boğulan olurdu; bizi bu yüzden ırmağa göndermezlerdi…

-Bununla alakalı bir husus da şu: Benim ismimin Hayati olma sebebi o kardeşimin küçük yaşta ölümüdür. Böyle bir fırsat doğmuşken bunu da anlatayım.

Tabii tabii, buyurun lütfen.

-Annem bana hamileyken o yedi yaşında olan Hayati isimli ağabeyim bahar mevsiminde ırmak taşkınları olur ya, işte o dönemde ‘Irmak çoğalmış’ diyorlar; kardeşim de akranlarıyla birlikte taşkını izlemek için koşuyorlar ırmak kenarına. Yarım saat, kırk dakika kadar sonra ırmağa gitti (boğuldu) haberi geliyor kardeşimin.

Onun öncesinde bir şey daha var. Yine babamla yaşadığım hatıraların önünü açmak için onu anlatayım. Bizimkiler kahvaltıdan kalkıyorlar; ırmağa giden kardeşim, evden çıkmadan evvel babamdan harçlık istiyor. Babam bakıyor, işte o eski yeşil on liralıklar vardı, ondan küçük bir para yok cebinde.. Tabii onu da çocuğa veremeyince ‘Sonra veririm’ hesabıyla gidiyor. Çocuk arkasından ağlıyor. Fazlaca ağlayınca annem, o üzülmesin diye -annemim terziliği de vardı, yanında bazen ufak paralar da bulunurdu- o gün yeni örüp de giydirdiği kazağın cebine on kuruş koyup susturmuş. Kazağın cebi de biraz sıkıcaymış. İşte kardeşim ırmağa gittikten on beş, on altı gün sonra bulununca kazağının cebinden o para çıkıyor. Tabii babam bu harçlık meselesi konusunda çok üzülmüş.

Hatırladıkça üzülmüştür…

-Hatırladıkça üzülmüş tabii. Bu sebeple harçlık istediğimizde bizi hiç parasız çevirmezdi. Gümüş elli kuruşluklar, bir liralıklar vardı… Bize haftada bir gün dergi verirlerdi okuldan; ben de babamı kandırdığımı zannederek her gün dergi parası diye yanına giderdim. Hiç geri çevirmez ama tabii gülümseyerek parayı verirdi. Bu hususta yüreği yandığı için harçlık konusunda çok hassas davranırdı. Tabii hâliyle de mahallede bizim arkadaşlar arasında biraz daha fazla para harcayan çocuklar olarak bilinirdik.

Babamın ölümüyle bu imkânlar aniden sınırlanınca bunun bizim üzerimizde çok büyük etkileri oldu. Hayat çok zorlaştı ondan sonra. Bunları da yaşadık.

İsmimizin hikâyesine gelince… Rahmetli pederin bana ölen kardeşimin ismini koyması şöyle: Doğduğum gece -bizim komşumuz vardı bir teyze; rüyasında suya giden çocuk ona geliyor. Sabah ezanı okunmadan az öncesi, o saatlerde.. Bakıyor, evin köşesinde beyaz giysiler içinde oturuyor suya giden çocuk. ‘Oğlum sen suya gitmedin mi? Seni ırmakta boğuldu dediler…’ diyor. O da “Teyze ben suya gittim ama annemi, üzmemek için onun yanına gitmedim, size geldim. Annem doğum yaptı, o çocuğa benim ismimi koysunlar. Bunu anneme siz söyleyin.’ diyor. O şekilde ağlayarak uyanıyor ki ezan okunuyor. Bakıyor ki bizim evde lamba ışığı var. hemen kalkıp bize geliyor; benim ağlama sesimi duyuyor. Doğum olmuş… Kapıyı vurup i,çeri giriyor ve ağlayarak rüyasını anlatıyor.

Hayati ismini babam nüfusa kaydettirmek için bir müddet gidemiyor. Telaffuz ettikçe üzülürüm gibi düşünüyor. Annemden dinledim ben bütün bunları… Babam nüfusa gidiyor geri dönüyor, gidiyor geri dönüyor. En sonunda tabii mecburen nüfus müdürlüğüne gidiyor. Kayıt yaptırırken gözünden yaş damladığını görünce müdür bey, “Niyazi Bey, bir isim de ben vereyim de siz bir müddet onu kullanın.” diyor. “Gönül” ismini o veriyor. İsmimin “gönül Hayati” olma sebebi budur.

O gözyaşlarını gönülden damlayan yaşlar olarak yorumlamış demek ki…

-Evet. Yani ismimin hikâyesi bu. Dünya sırlar dünyası. Her şeyde bir hikmet vardır. Biz de ismimize yakışır bir şekilde ömür tüketmeye gayret ettik. Allah yardımcımız oldu, yere bakacak durumlara düşmeden -izin verdi- bugünlere kadar geldik.

Elhamdülillah. Şimdi Göç Notları’na dair de bir şeyler sormak istiyorum. Göç Notları sizin elinizde bulunuyor. Bunun sizin elinizde bulunmasının hikâyesini anlatır mısınız?

-Anlatayım. Bakın, bilgi eksikliğimizden, bizim o kayıtları okuyamamamızdan dolayı kim bilir neler kaybettik…

Babanızdan kalan daha başka notlar da mı vardı?

-Yaaa. Başımızda onları okuyacak, babamdan başka kimse yoktu. Biz zaman zaman kira evlerinde kaldık. Rahmetli babam, o bahsettiğim binanın inşaatını yaptırırken şu anda yine bu caddenin bitiminde bulunan Destekli Tuncay arkadaşımızın oturduğu binanın yeri bizimdi. Diğer caddenin köşesinde bulunan ev de amcamın eviydi. Orada iki dönümlük yer, bizlere ait bir arsaydı. Bu arsa üzerindeki iki evde amcamla birlikte oturuyorduk. Şimdi oradaki yeri babam sattı. Eskiden inşaatlar hızlı da yürümediği için… Çimento tâ Sıvas’tan geliyordu; Ladik üzerinden geliyordu. Amasya yolundan o zamanlar kamyon dahi geçmiyordu. Şartlar zordu. İnşaat makinaları yoktu; binalar el işçiliğiyle yapılıyordu. Derken inşaat uzun sürdü. Sattığımız evden de çıkmak zorunda kalmıştık. Kiraya geçince hâliyle oraya buraya taşındık. Derken sonradan burayı kiraya verdik; buna ekonomik olarak ihtiyaç duyduk. Orası daha değerliydi. Kirayı ödemek için ihtiyacımız vardı. Başka evlerde oturduk.

İşte bu taşınmalarda babamdan kalan o hukuk kitaplarıydı, yazılı notlardı, çok şeyler arada ziyan oldu. Belki de yakıldı, çöp olarak görüldü.

Hatta Göç Notlarının da birkaç sayfası eksik. O defter de kalmış nasılsa. Ben biraz palazlanınca merak ettim; ‘Bunları hiç değerlendirmedik; bir okutayım bakayım, ne var bunlarda?’ dedim. Okuyamıyoruz ya bilmiyoruz ne olduğunu… Rahmetli Nazım Amca; Nazım Pehlivantürk için o okuyabilir bunları dediler. O da o zamanlar köyde kalıyordu. Yaşlılık dönemine de rastladı… Ona gittim, okuttum. “Oğlum, bu babanın Selanik’ten buraya kadar tuttuğu notlar bunlar. Günlük tutmuş.” dedi. Baktım, okudu. Çok güzel bilgiler var. ondan sonra asıl sahiplendik biz.

Demek ki bir ön bilgi aldınız…

-Ondan ön bilgiyi aldım. Hatta daha sonra hatırlarsan sen ciltledin onu, yeniden okudun, sayende biraz daha sağlama almış olduk o defteri. Netice itibariyle Nazım Amca’ya sürekli haftalık tüp dağıtmaya gittiğimde uğrardım; bir sayfasını, iki sayfasını okur, “Oğlum, yoruldum.” derdi; bırakırdık. Tamam derdim ve sonra tekrar giderdim. Ben gitmediğimde yanımda çalışan Mustafa Sayar’ı gönderirdim Nazım Amca’ya uğra diye. İşte öyle tamamlamıştık sana getirmeden evvel. Sen de baktın, düzeltmeler yaptın derken bu şekilde bunu kazanmış olduk.

Evet, çok kıymetli notlar. O notları okuyunca o bölgeyle ilgili, -Rumeli’den Anadolu’ya göçler üzerine- bilimsel çalışmaları var tarihçi hocalarımızın fakat onlarda buradaki ayrıntıları göremiyoruz. Çünkü onlar hadiseyi bizzat yaşamadıkları için belgelere ne yansıdıysa; Osmanlı Arşivi’ndeki vesikalara neler yansımışsa onları yazabiliyorlar. Orada da göç esnasında ahalinin yaşadığı sıkıntılar, o detaylar yok. O sebeple bu tür notlar çok kıymetli. Tarihçilerin yazdıklarını en birinci elden besleyecek kaynaklar bu tür şahsî notlar…

-İyi bir iş yapmışız…

Evet. Bu defteri saklamakla çok iyi etmişsiniz. Bu defter kitaplaşınca geniş bir araştırmacı kesimine ulaşır, onlar da bu kitabı kaynak olarak kullanabilirler.

-Tabii, tabii.

Şimdi Rumeli’den geldiğinde okur yazar olduğunu bizzat belirtiyor babanız. Okuduğu, faydalandığı kitaplardan hiçbir şey -isimlerini- hatırlıyor musunuz? Hangi kitapları vardı?

-Onlar çocukluğumuza rastladı. Ama hukuk kitapları çok vardı. Hukukun çeşitli dallarıyla ilgili kitapları olduğunu biliyoruz.

O zaman ihtiyaç var bu tür kitaplara. Zaten çalışma alanına dair kitaplar bunlar…

-Çalışma alanına dair, mahkemeyi ilgilendiren, hukuka dair ne varsa çoğu vardı. O kitapların arasında kim bilir ne notlar da vardı… Aralarından çıkardı eski yazı kâğıtlar, mesela evraklar. Biz onlarda nereden bilelim neler yazıyor… Onların değerini anlayacak yaşta değildik.

Yıllar önce bana rahmetli anneniz bazı eski harfli kitaplar göstermişti. Ben de o zamanlar İmam Hatip’te okuyorum. Tabii tam da anlayamadım hangi kitaplar olduklarını. Biz Arapça görüyorduk fakat Osmanlıca dersimiz yoktu. O kitaplar büyük ihtimalle Osmanlı Türkçesiyle idi. Bunu hatırlıyorum ama bizim de şimdiki bilincimiz o zamanlar olmadığı için o kitapların o kitapların isimlerini bari not alsaydım, şimdi merak içinde kalmazdık. Bu durumda şimdi biz bu konuda okuyucuya kesin bilgiler veremeyeceğiz. Maalesef kitapların isimleri ve muhtevaları hususunda hiçbir şey hatırlamıyorum.

-Bizim de çocukluk yıllarımıza rastladı. Kim bilir neler ziyan oldu… Kim bilir ne bilgiler vardı o notlarda…

Peki o göç esnasında yaşadığı acıları, size yansıtır mıydı? Yani anlatır mıydı zaman zaman? Hatırladıkça içlenir miydi?

-Onları yazmış işte. Fakat şunu anlatayım bakın: Bize tebeşirle evin kapısına yazarak problemler çözdürürdü. Matematik problemleri. Böyle ders çalıştırırdı.

Kendisi de o dersleri çocukluğunda okuduğu için…

-Tabii tabii. Yani bize evde de öğretmenlik yapardı. Bu bilgiyi de araya sıkıştırmış olayım. Hayatta olsaydı -Ağabeyimi Amasya’da liseye gönderdiğine göre- bizleri de bir disiplin altına alır, sonuna kadar tahsil yapmamızı sağlardı.

Tabii ki. Şimdi belki de ben yetişebilir miydim bilmiyorum ama Taşova’da yetmişli yıllardan itibaren bir mahallî gazete çıkıyor, babamın çıkardığı mahallî gazetede kendisiyle geniş kapsamlı bir röportaj yapılabilirdi ve biz de o röportajı bu kitaba dâhil edebilirdik. Çocukluk yıllarımızdan itibaren Taşova’da böyle birçok şahsiyete denk geldiğimizi ancak onları kaybettikten sonra idrak edebildik.

-Evet. Tahsile verdiği önemi anlatmak için bir not daha aktarayım: Özkan Ağış… Babası rahmetli İlyas Amca babamın çok iyi ahbabıydı. O da kültürlü bir insandı ve Özkan Ağabey, talebeliğinde buradan giderken babam yolcu eder, geldiğinde de karşılarmış. Okuduğu için ona özel alaka gösterirmiş. Özkan Ağabey Taşova’nın ilk üniversite bitiren şahsiyetidir. Ben onun hikâyesini de Özkan Ağabey’den dinledim. Ve “Benim adımın Özkan olmasının sebebi, sizin soyisminizden dolaydır. Babam sizin soyisminizi bana vermişti.” diye anlatmıştı. Bu not da önemlidir.

Tabii bunlar aslı itibariyle bir hatırat olan Göç Notlarını tamamlayan, bütünleyen parçalar..

-Konuştukça çıkıyor ortaya. Biraz evvel anlattıklarımı Özkan Ağabey’in ağzından bizzat dinledim. Babamın bu şekilde kendisiyle ilgilendiğini anlatmıştı.

Babanızın ismi Niyazi… Şimdi Balkan Türkleri arasında Osmanlı son döneminde meşhur bir şahsiyet var; Resneli Niyazi… Babanızın ismi oradan mı geliyor acaba? Bu hususta bir bilginiz var mı?

-Hiçbir bilgim yok. Yani muhtemeldir. Şöyle diyeyim: Kayalar’daki Ailesinden Göç Notları’nda bahsediyor. Oradaki Türkleri organize edenler benim dedelerimmiş. Ki, onların da yine belli yönetim mevkilerinde olan kültürlü insanlar olduğu anlaşılıyor. Çünkü toplkuma önderlik etme özelliği olduğuna göre..

Evet, ben de babanızın göç hatıralarını okuyunca -çok net ifadeler yok ama- bu yolda bir izlenim edindim. O zamanın şartlarında babanızın dünya görüşü, milliyet meselelerine bakışı neydi? Bu hususta -babanızı kaybettiğinizde çok küçüktünüz ama- aile içi sohbetlerden aklınızda kalan hususlar var mı?

-İşte dedim ya, çocuklumuza rastladı… Bizden büyük olan ağabeyim Amasya’da okuyordu ve ondan sonra zaten -özel günler haricinde- Taşova’ya hiç gelmedi. Oradan da asker oldu, İzmir’e gitti, orada da kaldı. Almanya’ya gitti. Döndükten sonra Turhal’dan evlendi, bir müddet orada kaldı. Tekrar çocukların tahsilinden dolayı çocuklarla birlikte İzmir’e taşındı ve hâlen orada kalmaya devam ediyor. Yani hep uzak kaldık ve belirttiğin hususlarda sohbet etme imkânımız olmadı. Büyük ablam zaten aramızda değildi; evliydi babamın sağlığında. Ben beş yaşındayken ablam evlenmişti. Başımızda bir annem kalmıştı. O da derdimize düştü; çok sıkıntılar, çileler çekti bizimle. Biz haşarıydık, biraz palazlanınca ele avuca sığmaz olmuştuk.

Çocuklar yaramaz olur.

-Yaa, babamızın da olmayışından dolayı annem bize hem babalık yaptı hem annelik. Allah rahmet eylesin.

Amin. Allah rahmet eylesin. Çocukluk yıllarımda babamın arkadaşlarından, evlerine en çok gidip geldiğimiz aile sizin aileydi sanırım. Taşova Lisesi’nin karşısında bir evde oturduğunuzu ve oraya çok gidip geldiğimizi hatırlıyorum.

Şimdi göç Notları’nı tamamlaması açısından sormak istiyorum: Muhacirlik psikolojisi hakkında sizin söyleyeceğiniz şeyler önemli. Çünkü çok farklı bir coğrafyadan gelip yine farklı bir coğrafyada tutunabilmek, yeni bir vatanı benimseyip alışabilmek herhâlde zor olsa gerek…

-Kolay olmadı. Yakın tarihlere kadar bize muhacirliğimizi hissettiren çok olaylarla karşılaştık. Hâlâ da Taşova olarak o türlü takıntısı olan insanlar yok değil.

Çocukluğumda duyardım, şimdi bizimkiler de Doğu Karadeniz’den gelmişler, buranın yerli ahalisi bizim durumumuzda olanlar için “Gelmeceler” tabirini kullanırlarmış. Yaşım icabı ben bizzat hiç muhatap olmadım ama bizim büyükler anlatırlardı.

-Evet, o tabir bize sürekli hatırlatılırdı. Tabii hoş olmamakla beraber, o zamanlar var olan bilgi eksikliği..

Sosyal psikoloji; toplum psikolojisi gereği böyle şeyler bir yerde normal ama üzücü de olabilir.

-Tabii herkes için aynı şeyi söyleyemeyiz. Bize çok iyi davrananlar da her zaman olmuştur. Mesela bizim buranın yerli halkından olan çocukluk arkadaşlarımızın evlerinde kalırdık, hatta yaylalarına gidip gelirdik. Bir aile gibiydik. Hâlâ, arkadaşlığımızın, dostluğumuzun bu şekilde devam ettiği kişiler var. Böyleleri de oldu ama zaman zaman diğer türden kimseler da karşımıza çıktı.

Doğrudur Şimdi Göç Notları’nın bazı sayfaları da zaman içinde kaybolmuş. Bu kaybolmalar o bahsettiğiniz olaylar esnasında mı olmuştu?

-Tabii, taşınmalar esnasında… O esnada toparlanıyorsun, okumadığın, anlamadığın bir şey… Babamın kim bilir hangi notları..

Belki o esnada yere düşmüştür, alıp da nereye konulacağı, hangi defterin parçası olduğu bilinememiştir…

-O şekilde karışmış olmalı.. Hatta bir kısmıyla soba tutuşlanmıştır.

-Olabilir tabii

-Bakın, bilgisizlik çok zor bir şey.. Yani taşınıyorsun, toplanıyorsun, gittiğin yerde nereye koyacağın belli değil.. Çocuksun, değerini bilmeyip belki de yırtıp attık…

Evet, doğru, ne olduğu bilinmeyince -üstelik eski harflerle de olunca- belki ayet-hadis vardır diye ayak basmasın, çiğnenmesin diye yakarlardı veya yüksekçe bir yere kaldırıp duvar oyuklarına sokarlardı bizim çocukluk yıllarımızda bu tür evrakı…

-Evet yeni harfli olsa bakardık ve okuyabildiğimiz için  ilgimizi çekebilirdi.. O dediğin manada olduğunu düşünüyorum ben de. O kanun kitaplarının aralarından o türlü not kâğıtları çok çıkmıştı. Onlar muhtemelen o düşünceyle kitap aralarına konulmuştur…

Onlar büyük ihtimalle kitapta dikkatini çeken yerlerden aldığı notlardır

-Olabilir.

O kâğıtlar sayfa aralarına belki de -şimdi ayraç diyoruz ya- o amaçla da konulmuş olabilir. Üzerinde bir not varsa, o sayfada önemli bir bilginin bulunduğuna da işaret olur bu.

-Onu hatırlatmak için de olabilir, demin dediğim manada da olabilir.

Ama bazı güzel notlar, bir satırlık bir hat, güzel yazıyla bir ayet, bir hadis de yazılmış olabilir.

-O da olabilir.

Evet, hatıralarınıza dönelim isterseniz.

-Bir şey daha anlatayım babamla ilgili, eski terbiye usulü açısından… Bakın, çok enteresandır. Çocuğum, ufak yaşlardayım babamın sağlığında… Çok yaramazlıklarım da vardı. Bizim “enek” tabir ettiğimiz oyunu çok oynardık. Ben hep kendimden büyüklerle oynardım ve kaybederdim tabii. Babamın verdiği harçlıklar bazen yetmezdi. Bu sebeple babamın cebinden para aşırmak aklıma geldi bir gün. Demek ki o günlerde fazla enek kaybetmişiz. Sabah erkenden kalktım.

Daha fazla harçlığa ihtiyaç doğdu..

-Yani bu soruna çözüm üreteceğiz ya -çocuk aklı işte- sabah erken kalktım, ta ezandan evvel… Babamın pantolonu askıda… Gittim, sessizce baktım, on liradan ufak para yok. Önce aldım. Fakat dedim ki bu çok para… Babam bunun farkına varır… Geri götürdüm. Sonra dedim ki bir de farkına varmazsa bu para beni epeyce bir zaman idare eder. Fikir değiştirdim, tekrar gittim ve yine aldım. Ne yapmam lazım, bunu iyi bir yere saklamalıyım… Evin dışına çıktım, -Tekin Celeplerin oturduğu yerin karşısında kerpiç duvar var, üzeri kiremit… Oranın tam karşısında oturuyorduk biz. O kiremitlerin arasına parayı sakladım, gittim yattım yeniden. Rahmetlik annem sabah bizi kahvaltıya kaldırdı, ben tabii uyuyamamıştım o paranın heyecanıyla. Çünkü yeşil on lira çok para o zaman… Yani bize epeyce bir bolluk getirecek. Ondan sonra annem herkesi sofraya davet etti. Ben yalandan gözlerimi oğuşturarak kalkıyorum, derin uykudan kalkmışım, öyle bir şey yapmamışım gibi… Oturduk sofraya. Çayı karıştırmaya başladım. O sıralarda Turhal şekerleri vardı, erimezdi kolay kolay.. Sert kesme şekerler vardı. Onu attım bardağa, o sert şeker bile eridi, ben hâlâ çayı karıştırıyorum… Nedenine gelince… Muhabbet başlamıştı. Meğer annemle babam bir senaryo hazırlamışlar. Senaryoya bakın: Babam diyor ki anneme; ‘Bu gece eve hırsız girmiş…’ Annem de itiraz ediyor; ‘Evde hırsızın ne işi var, nerden çıktı şimdi bu.’ filan diyor. İkisi tartışıyorlar, ben de ha bire çayı karıştırıyorum.. Nasıl olacak, nasıl neticelenecek, nereye varacak diye bekliyorum. En sonunda epeyce iddialaştılar. Annem ısrar ediyor, olmaz diyor; babam hayır, ben hırsız girdiğini biliyorum diyor. Allaaah.. Neticede babam ‘O zaman sen bana şuradan bir kiremit getir bakayım.’ dedi anneme. Eyvah.. Annem de kalktı. Ben hemen yerimden fırladım; benim kiremidi kaldırmasın dedim. Baktım onun yansındaki kiremidi aldı. Hah, atlattık diyorum ben aklımca… Yavaş yavaş korkutuyorlar bizi.. Şu senaryoya bakın…

Önceden ayarlamışlar senaryoyu..

-Tabii ben atlattık zannederken annem kiremidi getirdi; babam bir kopya kalemi istedi cebinden… Eskiden kopya kalemleri vardı; silinmeyen bir rengi vardı; silgiyle silemezdin… İşte o kalemle kiremidin üstüne eski Türkçe bir şeyler yazdı ve ‘Sen bunu götür, yerine koy.’ dedi anneme. Annem ‘Ne olacak şimdi bunu böyle yazdın?’ dedi. ‘Sen götür, yerine koy gel.’ dedi. Yeniden soruyor annem şimdi; ‘Ne olacak bu kiremit? Ben bundan bir şey anlamadım.’ diyor. Babam da dedi ki: ‘Biraz sonra hoca selâ verecek.’ Ben pürdikkat dinliyorum tabii.. Selâ deyince tabii selâ adam ölünce verilir.. çocuğum ama yavaş yavaş kafam karışmaya başladı..

İşler ciddileşmeye başladı…

-Neticede ‘Hırsız kimse karnı şişecek, şişince de ölecek. Biz de hırsızın kim olduğunu öğreneceğiz.’ dedi. Ben şimdi tabii düşünüyorum, yemek yesem, çay içsem karnım daha kolay şişer… Yemek yiyemiyorum, çay içmeyi de bıraktım. Bana çay iç, yemek ye diye zorluyorlar, fakat ben bunalmaya başladım. Bir yandan da kendimi yokluyorum, karnım şişiyor mu acaba diye. Derken ‘Ben en iyisi söyleyeyim.’ dedim. ‘Baba, parayı ben aldım.’ dedim. Babam ‘Çabuk, kiremidi getirin.’ dedi. Annem gitti kiremidi getirdi. Üzerindeki yazıyı bıçakla kazıdı, ‘Daha bir şey olmaz, korkmayın.’ dedi. Ondan sonra ne yaptı?  Bir sürü nasihatten sonra “Oğlum, aman bir şey lazım olursa, ihtiyacınız olursa söyleyin. Aman böyle bir şey sakın yapmayın.” dedi ve ağabeyimle ikimizin elimizden tutarak ilk defa o zaman kâğıt iki buçuk lira harçlığımızı verdi.. Hep elli kuruş, 1 lira verirdi.

Çocuk terbiyesi çok önemli, hassas bir konu. Pedagoji denen şeyin ismi bilinmezken anneler babalar bu işi biliyorlarmış..

-Evet şu senaryoya bakın işte. Buradan şuraya da gelebiliriz: Osmanlı dönemindeki terbiye usullerinde böyle bir şeyler olmalı… Nerden öğrendi ki bunları?

Nesilden nesile aktarılmış bir terbiye geleneği bu.

-Nesilden nesile aktarılan böyle bir kültür varmış. Şimdi buna benzer başka bir şey daha anlatayım: Mesela Hacıbey’de halamın kızları vardı; yetişkin kızlar; Güvendik’te (Herizdağ’da) amcamın kızları vardı ve zaman zaman özel günlerde gelirlerdi bizi ziyaret için Taşova’ya. Sabah bir kalkardık ki, bizim evin çevre temizliği yapılmış… Ahırda o zaman hayvanlarımız var (tavuklar, inekler). Bakardık ki ahır temizlenmiş, ineklerin bakımı yapılmış. Her şey hazır kalkardık… Bir de mesela evde tamir edilecek yerleri tamir eder, duvarları kireçle badana eder, temizlerlerdi. Yetmez, caddenin yarı sınırına kadar -bizim bahçe duvarlarının karşısında kalan yerlere kadar- çalı süpürgeyle hepsini süpürürlerdi. Şu kültüre bakın. Bu, işin temizliğe dayalı olan yanı. Biz daha kalkmadan onlar ezanla kalkar, gelir, ortalığı cennet gibi yaparlardı tertemiz.

Eski terbiyenin böyle bin bir veçhesi var tabii…

-Bir şey daha anlatayım: sofra terbiyesi… Sofraya otururuz, diyelim ki geç kaldığımız olurdu, sofraya paldır küldür dalar, yemeğe başlardık. Çocuktuk tabii. Hemen kalk derlerdi. Biz anlardık neden kalk dediklerini. Kalkardık, yeniden oturup besmeleyle başlardık yemeğe. Besmelesiz başlatmazlardı.

Acele etmek yok..

-İkinci bir husus: Eskiden ekmekler toprak fırınlarda pişirilirdi. Kendi fırınımız vardı bizim, mahalle fırını.. Bizim evin köşesindeydi hemen. Tam Tekin Celeplerin köşesinin karşısındaydı. Fırın gece gündüz hiç sönmezdi. Mahalleli de hep orada olurdu. Orada yapılan büyükçe somun ekmeklerinin kokusu etrafa yayılır, her taraf mis gibi ekmek kokardı caddeden geçenlere. O eski buğdayların ekmekleri. Her zaman sıcak ve taze ekmeğimiz bulunurdu. O ekmekleri babamız sofradakilerin boyuna göre keser, biraz bayatlamış olanları da tazesiyle birlikte dağıtırdı. Ekmekleri boy boy ve bittikçe azar azar verirdi. Sofradan hiç ekmek artmazdı.

İsraf yok. O insanlar sıkıntı yaşamışlar, yokluk görmüşler… Ekmeğe çok önem verirler, bir nevi kutsallık izafe derlerdi. Bizim çocukluk yıllarımızda bile böyleydi. O terbiye uzun yıllar yaşadı Türkiye’de.

-Büyükler, sofraya oturup yemeğe başlamadan küçükler el uzatmazlardı. Fakat suda problem yoktu. Su konusunda itiraz olmaz; çocuk “Su!” dedi mi hemen su yetiştirilirdi. Ama yemeğe besmelesiz başlanmaz, büyükler başlamadan da küçükler başlamazdı. Her çocuk buna alışırdı.

Su küçüğün söz büyüğün derler…

-Yaa, öyleydi işte.

Şimdi bu göç notlarında daha çok alile kökünüz ve göçlerle peyderpey Türkiye’ye yerleşen akrabalarınız hakkında bilgiler var. Göç yollarında yaşadıkları ve Türkiye’ye geldikten sonra yaşadıkları acılar ve sevinçler notlara pek yansımamış. Herhâlde dağılan akrabalarınız arasında bir köprü mü kurmak istiyordu b notları yazarken Niyazi Bey? Çünkü isim isim zikretmiş onları…

-Babam onlardan bahsetmekle birlikte ayrıca kendisi zaman zaman arar sorardı da. Ankara’da bir akrabamız vardı; -dayısının oğlu, Sayıştay üyesiydi- babası banka müdürlüğü de yapmış (Ahmet Bey), tahsilli biriydi. Son zamanlarına kadar onu arayıp sormuştu.

Hatta Ahmet Bey’in Mübadele’den önce geldiğini söylüyor notlarında…

-Onlar işte önceden gelmişler. Tahsil düzeyi olarak daha ileride ve memurken gelmişler Türkiye’ye. Onları gidip bulmuştu. Bu zatın Sayıştay üyesi olan oğluyla sürekli irtibat hâlindeydi. Daha sonra -biz yetiştikten sonra- biz de buraya davet ettik onları; Borabay Gölü’ne götürdük rahmetli Nazmi [Uçaş] Ağabey’le beraber onları ağırladık. Ankara’dayken yanına da giderdim. Bahçelievler’de oturuyordu; bir oğlu, bir kızı vardı. Yani kendileriyle tanışmıştık ve irtibatımızı sürdürmüştük. Babam onlara giderdi. Yine Merzifon’da babamın ablaları vardı; Merzifon’a yerleşmişlerdi. İzmir Bornova’da ablası vardı.

Notlarında İzmir’deki akrabalarından bahsediyor.

-Evet Karaburun’a gidenler var akrabalarından. Onlarla hâlâ İzmir’de Ağabeyim ver ailesi görüşüyorlar. Askerliğimi İzmir’de yaparken ben de onlarla görüştüm o dönemlerde. Zaman zaman gidiş gelişim oldu. Arabamla gittiğim oldu, daha başka kamyonla falan da gitmişliğim vardır. Askerdeyken hafta sonları izne çıktığımda onlara uğrardım. Yani irtibatımız devam etti. Mesela Ordu’da babamın dayısı vardı; oraya yerleşmişlerdi. Halis Dayı.. Halis Ağabeyimin adı da ondan geliyor. Onlara biz yetiştik. Ben gittim, Ordu’da da kaldım. Onların da zaman zaman geldikleri olurdu. Babam onların soruşturarak bulmuş yerlerini daha sonradan… geldikten sonra darmaduman olmuşlar.

Tabii, o dağılma çok kısa bir süre içinde olmamış, biraz belli bir zaman aralığına yayılmış gözüküyor..

-İrtibat yok, yol yok..

Hangi vasıtalarla buralara kadar gelmişler kim bilir. Herhalde gemiyle Samsun’a kadar gelmişlerdir.

-Tabii, gemiyle gelmişler zaten..

Babamların Taşova’ya geldiği zamanlarda (1945) daha doğu Karadeniz’deki sahil yolu yok…

-Orayı atladık.. Gemiyle gelmişler derken babamın annesi Samsun’a kadar gelmiş gemiyle, hastalanmış, Samsun’da hastaneye yatırmışlar… Dolayısıyla hastane ölüyor ve nu da dinlerdik ki, bakın, o zaman doktorların çok olmadığını, hastanelere gidenlerden pek kurtulan olmadığını, hatta onları kasten öldürdüklerini de büyüklerden duyardık. Bu not da önemli…

Merak ettiğim bir şey de bu muhaceret / Mübadele sonrası Rumeli’de atalarınızın, akrabalarınızın da yaşadığı şehirlere gitme imkânınız olabildi mi?

-Ben çok arzu ettim, olmadı. Bizim Eczacı Naci Konyar gitti gezdi oraları…

Evet, hatta o gezi hatırlarını Yeni Taşova gazetesinde de tefrika etmişti.  Gazetenin eski sayılarında var. Çok ilgi çekiciydi… Onu burada dipnot olarak gösterebiliriz belki…

-Evet, Naci gitti. Yani bir grup birlikte gitmişlerdi. Böyle neler geçti.. Mesela burada rahmetli İbrahim Önder vardı… İbrahim Amca.. O, babamın Kayalar’dan okul arkadaşı.. Okul sıralarında beraber oturmuşlar. Evleri de Karalarla yan yanaymış.. Engin Kara’nın dedeleriyle… Engin Kara’nın dedesi de babamın öğretmeniymiş orada.

Benim çocukluk arkadaşım vardı; İbrahim Önder…

-Önderler de Hacıbey köyünden. Hacıbey’le Herizdağ aynı köyden; Kozlu köyünden gelmiş, burada ayrılmışlar… Hep birbirleriyle akrabalıkları var. Kızgüldüren ve Erbaa’nın Hendekpınar köyündekiler aynı köyden; Herizdağ ve Hacıbeyliler de aynı köyden gelme.

Peki oradan size hiç havadis gelir miydi? Orada kalan akrabalarınızdan?

-Hayır, hiç irtibatımız olmadı. İşte babamım notlarında mezarlıklarından, büyüklerimizin mezarlarından bahsediyor. Tabii biz gitsek, o mezarlar yerinde mi, değil mi? ;Veya onları nasıl çözeriz; eski harfleri okumasını bilmiyoruz. Ben aslında hep merak etmişimdir. İçimden istedim ama nasip olmadı.

-Rumeli’nin her yerinde Türklerden kalan izler, tarihî eserler olsun, mezar taşları olsun, bütün bunlarla ilgili türk Tarih kurumu bir çalışma yaptırmıştı…

-Ne oldu peki o çalışma?

Zeki İbrahimgil adlı Rumeli’de yaşayan ve zannediyorum aynı zamanda Türkiye vatandaşı da olan bir araştırmacı, sanat tarihçisi bunlar üzerine birçok çalışma yayımlamıştı.  Kalanları tespit edebildi tabii. Ama ben Üsküp’e gitmiştim; Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü şehir biliyorsunuz, İsa Bey Camii’nin bahçesindeki hazirede annesinin mezarının bulunduğu biliniyor. Fakat biz oraya gittiğimizde -2006 idi yanılmıyorsam- tek tük birkaç mezar taşı kalmıştı o caminin haziresinde bile.  Dolayısıyla o mezarlar büyük ihtimalle kaybolmuştur. Korunabilseydi, o caminin haziresindekiler korunurdu. Mezarlıkları da özellikle yok etmişler zaten…

-Doğru doğru.. İzleri iyice kaybolsun diye…

Göç Notları’nı Samsun’da bir Göç Sempozyumuna bildiri olarak da sunmuştum biliyorsunuz..

-Evet kayıtlarımda var benim.

O zamanlar güzel tepkiler almıştım. Onunla ilgili bir metni Taşova gazetesine de vermiştim. Altında güzel yorumlar da vardı. O faaliyetten size yansıyan olumlu dönüşler de olmuş muydu?

-Tabii tabii. Onlar da benim kayıtlarda var. Aradığım zaman çıkartabilirim onları. Sayende onlar da hep kayıt altına alınmış oldu…

Geç kalınmış çalışmalar hep… Keşke eskiden bu alanda daha bilinçli olsaydık da hafızalar daha tazeyken, elde daha fazla veri varken…

-Mesela İbrahim Amca sağken… Babamın çocukluk yıllarıyla alakalı, geçmişiyle alakalı, onların yaşadıklarıyla alakalı anlatacaklarını hep not tutsaydık… Aklıma gelmişken söyleyeyim: İbrahim Amca’dan Naci Konyar’ın dinleyip kayda geçirdiği o tür notları var hatırladığım kadarıyla… Aklında olsun.

Naci ağabey’den onları isteyebilir ve ek olarak buraya koyabiliriz. O tür derlemeler Babanızın bu notlarını tamamlayabilir.

-Tabii tabii..

Şimdi hem babanız göç hatıralarını yazmakla, tarihe çok önemli bir tanıklık bırakmış oluyor. Göç tarihimiz açısından bu tür notlar, hatıralar çok önemli…Böyle bir bilinç oluşturmak hakkında neler söylemek istersiniz?

-Biz kendimizden bahsederken çocukluk dönemimize rastladığı kadarıyla yetiniyoruz; böyle bir mazeretle bunları geçiştiriyoruz. Bizim eğitim sistemimizde ailelerin, ilk olarak geçmişten kalan kayıttır, not defteridir, kitaplardı; buna benzer malzemeyi sahiplenerek korumalarının gereği ortadadır.

O zaman sizin dilinizden böyle bir çağrı yapmış olalım; kitapta da yer almış olsun. Bu tür metinlerin kitaplaştırılması; kitap boyutuna ulaşmıyorsa bir makale konusu yapılması iyi olur tabii.

-Bu bakımdan başka bir şey daha anlatayım: Şimdi ben geçmişte Taşova’da bir müze kuralım dedim. Bunun için girişimlerde bulundum. Başarılı olamadım. Niyetimde şu da vardı: Eskiden çekilmiş fotoğraflar, bizim çocukluğumuzda çekilmiş çoğu… Herkesin elinde bu tür siyah-beyaz çekilmiş fotoğraflardan vardır. Bunlarla beraber evlerimizde eskilerin kullandığı el aletlerini, buna benzer yakın tarihe ait böyle eserleri koruma altına alalım istedim. Hatta ben de bu yolda köylerden bir miktar eşya da topladım. Ki yetkilileri heveslendireyim. Yani ‘Bakın, bunlar var,  bunlarla bir müze kuralım’ demeye getirdim. Bunun dışında daha eski tarihlere ait de çok malzeme var yaşadığımız bölgede.. Bu yönde çeşitli tecrübeler edindim zaman içinde… Tecrübesi olan başka insanlar da henüz hayattayken onlardan da istifade ederek Belediye nezdinde, devletin de koruması altında kazılar yaptırıp bu müzeyi zenginleştirelim. Geçmiş tarihe ait olanları bu tecrübelerden istifade ile müzeye kazandırmayı hedeflemiştim; yakın tarihe ait olanları da ailelerin büyüklerinden sorup soruşturarak, derleyip toplayarak toplayalım. Onları koruma altına alalım. Bütün ailelerin katkılarını kayıt altına alarak ‘Filan aile tarafından müzeye bağışlanmıştır’ gibi notlar olsun. Böyle şeyler düşünmüştüm.

Tabii bu belde o bakımlardan çok zengin. Anadolu’nun her tarafı zengin..

-Hâlâ böyle bir girişimde bulunabilirler…

Evet Gönül Ağabey. Size çok teşekkür ediyoruz. Verdiğiniz bilgilerle hem babanızın notlarını genişletmiş, hem de yakın geçmişimizle ilgili tanıklıklarınızı aktarmış oldunuz.

-Ben teşekkür ederim.

Taşova Matbaası,

13 Haziran 2025, Saat: 13:36.

Yorum Ekle