Enver Seyhan
Camiden ve köyevinden söz ettiğim önceki yazıma ilave babında birkaç cümleye daha ihtiyaç duydum. O yazımda Cami bahçesinin hatıralarımda taptaze durduğunu söylemiştim. Bahçede bulunan birkaç adet armut ağacı ilk günden bugüne sanki zamana meydan okuyordu. Bodul armut ve Sasuk ya da sasak armut adıyla bilinen bu armut ağaçları bahçenin manzarasına eşlik ediyordu. Sasuk armut ismiyle andığım cinsin bir adına da “kel armut” denildiğini sanıyorum. Son zamanlarda “bodul armut ve kel armut” ağaçlarının kuruduğuna ve kesildiğine şahit oldum. Yerlerine çam dikmişler; sorduğumda, çok moda olduğunu söylediler. “Kuzumele” veya “guzumile” adında bir armut türünden daha bahsetmem gerekiyor. Kış armudu olarak biliniyor. Henüz ham haldeyken dalından toplanır, saman üzerine yatırılır veya çürümeden olgunlaşmasını ve kepermesini sağlayacak bir yerde muhafaza edilirdi. Orak armudu ve adlarını unuttuğum birçok armut çeşidi köyün bahçe tarla ve bağlarını süslerdi.
Bizim değirmenin oradaki bahçede tam adını bilmediğim ama herkesin “çördük” adıyla tarif ettiği etrafa dal bucak salmış cüsseli bir armut ağacı vardı. Bu “çördük” ağacından bir adet de Yığmalık yolunda kenarda Çerkezin Memmedlerin bahçesinde bulunuyordu. Çerkezin Memmed dediğim insan, köyde bu meşhur adıyla tanınırdı. Hayvan hastalıkları konusunda ihtisas sahibiydi. Belki usta çırak ilişkisi içinde öğrenmişti baytarlık mesleğini ve tabii ki Allah tarafından verilmiş bir istidat da lazımdır. Ayrıca diş ağrılarına çare üretemese de kerpetenle çektiğini duyuyordum.
Maziyi ve maziden hatıraları dile getirmek, hassaten ahirete selam ve dua yollamak kadar içten ve güzel ne olabilir ki bu yalan dünyada?
Hatıramda daima durur; orak ve harman aylarında bizim bu “çördük” adıyla bildiğim meyveden yemeyen kalmazdı. Eski insanların deyimiyle, mübarek “zebil” gibi oluyordu, dibine dökülüyordu ve dahi kurt kuş da nasipleniyordu.
Yazın Hasan Onbaşı’nın Osman dayıma sordum: “Sizin değirmenin oradaki bahçede bodul armut vardı, yıkılmış mı, kurumuş mu, ne olmuş?” dedim. Kurumuş ki rahmetlik Fazlı dayı kesmiş ve odun yapmış. Musaların Bekir Çavuş’un değirmeninin önünde de bodul armut ağacı vardı. O da kurumuş, kupkuru olmuş, dökülmüş! Ne emekler verdiğini değirmene çok iyi biliyorum. Ama gel gör ki değirmen de sahibiyle beraber dünyalık ömrünü tüketmiş; şimdi virane halde!
Ha değirmen ne aramış burada? Değirmen evveliyatında dedemin ağası Halit Hoca’nın mülkü iken Musalar ailesine devretmişler. Yani bahçenin mülkü dedemin babası Mehmet Hoca’ya ait olduğundan dolayı öldüğü 1946 yılı sonrasında 3 oğlu arasında pay etmişler. Kocanam, seksen doksan sene evvelinde burasının bağ olduğunu anlatmıştı bana. Tevek köklerinin fırsat bulduğunda baharla beraber canlandığına çok şahit oldum. Vaktinde üzüm ve nar ağaçlarıyla donanmış bir bağdan söz ediyorum. 1940 yılından sonra olmalıdır; bağlar sökülerek yeri elma bahçelerine dönüştü. Ceviz de memleketin çok kıymetli ve tabii vasatında yetişen meyvesi ama… Bölge için ayrıca bir çalışma yapmadım. Fakat üzüm bölgenin doğal meyvesidir; civek üzümü bölge için çok özeldir bin sene öncesinde dahi.
Armut ağaçlarından, meyvelerden söz etmişken kimler sadaka-i cariyeye talip olmak ister, sevabından nasiplenmek ister, gıyabında dualara tutunmak ister? Bu salgın olmasaydı eğer, köyde dağda bayırda kırda adını andığım armutlardan, her gördüğüm çördük fidanına aşılama yapacaktım. Ama nasip olmadı. Köyde aşı yapan çok insan var. Allah rızasını gözeterek bu dediğim meyveleri aşılarlar umarım.
Hacı Hüseyinindere’de çördük fidanlarının var olduğunu sanıyorum. Bölmeler kamuya ait olabilir veya özel mülke dahil olabilir; ağaçlık bir alan nihayetinde. Yetişkin çördük fidanlarına armut aşısı yapılabilir. Yahut bağlara bahçelere veya tarlalara her tür armuttan aşılamak mümkün olabilir. Hiç olmazsa türlerin yok olması önlenmiş olur. Bugün elma da aranılır oldu.
Atıl haldeki okulun önünde ardında uygun yerlerde armut çeşitleri aşılanabileceği gibi Korunun teknenin konumu da bu bahsettiğim duruma çok uygun. Zaten düşününce, meyve ağaçlarının muhafaza edilmesi gerekiyor. Gölge yapıyor, altında sebze yetişmiyor denilerek geçim teminine mani gibi görülmemesi gerekiyor.
Duadan ve iyilikten başka ne var ki baki kalan bu yalan dünyada?
Hatta Kehinaltı mevkisinin korunarak bu tür meyvelerle donatılması da mümkün. Kocaman bir meyvelik alan olur ve sevabından herkes nasiplenir. Mezarlıkta da uygun yerlerde çördükler, acuklar aşı yapılabilir. Yemişen dikenleri töngel aşılanabilir. Sakızlık ağaçlarına aşı uygulanabilir.
Yazılarımda memleket uğruna toprak uğruna vatan uğruna gencecik insanların savaşlarda şehit olduğundan söz ettim. Bunlar vatan evlatlarıydı, atalarımızdı. Köyümüzden, komşu köyden, nahiyeden, kazadan insanlardı. Gazi olarak dönüp de hayata tutunanlar da öyle. Gerek şehit olanlar ve gerekse gaziler, halk, kadın kız kızan bütün ahali, bugünkü gelir seviyesine ve yaşam kalitesine göre fakirdiler. Hatta çok çok fakir ve yoksuldular. Bir aba, bir pantul, bir şalvar, bir içlikle, toyga çorbasıyla, aşlık çorbasıyla, tarhana çorbasıylsa, gömbeyle, gataşla, galle ile, edinebildikleri koyunla, kuzuyla, sığırla, kömüşle, atla ve eşekle ömürlerini tükettiler ve gittiler. Saydığım hayvanlara sadece geçim için sahip oldular, bir iki inekti çoğunun varı yoğu. Ama ürettiler. Yığmalık yolunun sağını ve solunu elma, armut kiraz ve kavak ağaçlarıyla donattılar, bağ boluk yaptılar, paylaştılar. Kavga da ettiler, döğüştüler de. Ama üleşmeyi becerdiler, ahireti hiç unutmadılar.
Doğal afetler vurduğu için… Harpler ve savaşlar yorduğu için… Acı poyraz savurduğu için… Evleri toprak evdi, yer evdi veya barakaydı. Buldularsa, Allah üç beş kuruş nasip ettiyse iyi kötü kargir bir ev yapabildiler. Kargir dediğim de kerpiç evler. Minderde otururlardı. Halı kaç evde vardı ki? Cecim süs eşyası olarak evin katılına asılırdı ve belki de övünç kaynağıydı. Çul sererlerdi evin toprak zeminine veya imkânı olup da döşeme yapabilenler tahta döşeme üstüne. Kimse kimseden gocunmazdı. Çünkü herkesin hali, zenginiyle fakiriyle birbirine benziyordu. Aynı kaptan yiyip içiyorlardı. Çatal, kaşık ve bıçak da neydi? Tahta çanaklar, bakır kaplar, bakır kazanlar ve tahta kaşıklar…
Tahta kaşıklar insanın ağzına sığmıyordu. İyisi de varmıştır elbette fakat alacak para neredeydi?
1970 yılını takip eden senelerde olabilir; çinko, melamin, alüminyum kaplar ve plastik eşyalar çıktı. Tam da sağlık düşmanıymışlar. Amerikan sütü gibi tuzakmış bu kaplar da ama kim nasıl nereden bilecekti ki…
Madem konu geldi. Şaban Efendi’nin çatal bıçak kullandığını masada oturduğunu yediğini amcamdan dinledim. Ayrıca bildiğim ama tamamlayamadığım bir konu daha var:
Bölgede devlet kanalıyla yerleşmeye başlayan meyvecilik ve meyve ağaçlarının özellikle elmanın çeşitlendirilmesi konusu bir yana; köyün yukarı arkının geçtiği mıntıkada söğüt ağaçlarının suyun akışında tıkanmalara sebep olması nedeniyle mülk sahibi Selimoğlunun itirazlarına rağmen söğüt ağaçları kesilerek yerine kavak ağacı dikildiğinin hikayesini bu sefer ilk ağızdan dinledim. İtirazlara muhatap olan, muhatabının şikayetine kulak veren ve sert tedbirler aldıran da yine Şaban Efendi oluyor. Muhtemelen elli sene önce çocukluğumda yukarı arkın kenarında dizili ve sıravari duran kalın kavak ağaçlarının dikim tarihi Kırklı yıllar veya Kırklı yılların ortasıdır.
Konu buraya kadar gelmişken…
Amerikan yardımlarıyla Anadolu insanı “Kara lastik” ile tanıştırıldı. Çünkü ayağında ayakkabı yoktu. Yarı aç yarı tok yarı çıplak yaşayan ahaliye lastik ayakkabının ilaç gibi geldiğini anlamak bilmek zor değil. Bugün dahi köylerde kadınların ayaklarında rengi türlü çeşit naylon ayakkabı var. Kara lastik de bağda bahçede tarlada kırda bayırda yaylada çobanlıkta Türk insanına yâr olmaya devam ediyor; kalitesi ve standardı yükselmiş olarak…
Olumlu olumsuz şartlarda yaz kış demeden babadan oğula geçen görenekler çerçevesinde ele güne muhtaç olmamak içün çalışmak ve üretmek zorunda olan, yokluk yoksunluk içinde dünya ömrünü tüketen atalarımızı saygıyla anıyorum.
29 Nisan 2020
29 Nisan 2024