Kaç kişiyiz bilmiyorum; fazla kalabalık olmadığımızı sanıyo-rum ”Evet yazının başlığı ve bu sözler aslında söylemek istediklerimi tüm çıplaklığıyla açıklıyor. 12 Mayıs 2012 tarihli Milliyet Gazetesinde Can Dündar’ın köşesini okuyunca, anladım ki yalnız değiliz ama fazla kalabalık değiliz gerçekten.
Lisede okuduğum yıllarda okul takımının kaleciliğini yapacak kadar futbolla ilişkiliyken birden bire futbolun hayatımdan nasıl çıktığını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki okul takımının kalesini koruduğum bir maçta yediğim bir penaltı şutunun darbesi öyle beni sarstı ki hastanedeki bir sürü tetkik sonucunda bu işten uzaklaştım. O gidiş o gidiş oldu. O gün bu gün ne pratikte, ne izleyici olarak ne de futbolla ilgili biri iki kelam edemeyecek kadar uzaklaşıp gittim bu mevzudan.
Ama uzaklaşmakla her şey bitmiyor tabi. Özellikle büyük derbi maçların yapıldığı günlerde bu uzaklaşmanın bedelini kesif bir yalnızlık içinde ödemek durumunda kalıyor insan. 12 Mayıs 2012 Cumartesi günü öğle saatlerinde kaldığım otelin oyun salonuna girdiğimde hummalı bir çalışma olduğunu gördüm. Çok amaçlı salonun dışında normal oyun salonuna da dev ekran projeksiyon kuruluyor, izleyicilere hazır hale getiriliyordu. Görevli gençlere “Hayırdır bugün ne var konferans falan mı?” diye sordum. “Maç var ya hocam, şampiyon belli olacak biraz sonra” şeklinde cevap alınca hangi maçın kimler arasında olacağı şeklindeki ayrıntıları soramazdım tabi.
Akşama yakın saatlerdi, kasaba meydanından çarşıya doğru yürüdüm. Sanki ramazan günlerinde akşam iftar vaktini andırıyordu sokaklardaki kesif sessizlik. Bir işyerinin önünde yaşlı bir avukatla iş yeri sahibinin tavla oynamakta olduğunu gördüm. Yanlarına varıp selam verdim, buyur ettiler. Onları seyretmek için oturduğumda iş yeri sahibinin iki de bir saatine bakarak rakibi olan yaşlı avukata “Avukat bey mars yapayım da şu oyun bitsin, biliyorsun biraz sonra derbi başlayacak” demesi tam yalnızlığın habercisi oldu benim için.
Oradan kalktım, biraz daha yürüdüm; küçük bir kasaba lokantasının önünde lokanta sahibinin yalnız oturduğunu gördüm. “Yiyecek bir şeyler var mı” diye sorduğumda adamın şaşkınlığını gizleyemediği belliydi. Bu saatte bu müşterinin nereden çıkıp geldiğini düşünüyordu herhalde. Aç olduğum için değil, biraz daha vakit geçirmek niyetindeydim. Merkez camisinin bahçesinde de bir telaş vardı, sandalyeler getirilmiş dev ekran projeksiyon kuruluyordu, sanırım cemaat için hazırlanıyordu bahçe.
Anladım ki bu akşam benim için zor bir akşamdı. Kaldığım otele döndüm; aşağıdaki ve yukarıdaki salondan alabildiğine tezahürat sesleri geliyordu. Akşamları iskambil oynadığımız salonun kapısından şöyle bir baktım, herkes pür dikkat ekrana odaklanmış. Her gün beraber olduğumuz arkadaşlar da seyircilerin içinde yerlerini almışlar benim geldiğimi fark etmediler bile.
Bir sürü gazeteyle odama çıktım. Televizyon kanallarında şöyle bir gezindim; hangisini açsam derbiden bahsediliyor. Ne bir tartışma programı ne bir kültür sanat programı. O gün kanallardaki programlar bana göre değil, sanki anlamadığım bir dil konuşuluyor. Onlarca gazetedeki tüm bulmacaları doldurdum, haberleri ve köşe yazılarının tamamını okudum. Can Dündar’ın köşesine gelince buruk bir gülümseme yayıldı yüzüme, yazıyı tekrar tekrar okudum.
“Televizyonda sanki hiç bilmediğiniz bir dil konuşulur…Kaç kişi olduğunuzu, derbi saatinde sokaklar söyler size.. O ıssızlıkta, mangal ateşinde kalmış vejetaryenler gibi birbirinize gülümsersiniz..” diyordu Can Dündar yazısında. Bu yazı o gün sanki duygularıma tercüman oldu. Ama yazarın da ifade ettiği gibi fazla kalabalık olmadığımızı sanıyorum. Belki bir kasabada bir iki, bir şehirde üç beş ve bir ülkede birkaç haneli rakamlarla ifade edilebilecek kadar azız galiba. Kâbus gibi bir akşamı ve geceyi geride bırakarak diğer insanların içine karışmak ne kadar güzelmiş!
————–
(*) Can Dündar, Futbolla İlgilenmeyenlerin Derin yalnızlığı üzerine, Milliyet Gazetesi,
12 Mayıs 2012.