O zamanlar çalıştığım bölgenin de özelliğine binaen Sanayi Bölgesi Camilerinde neye göre atamalar yapılıyor bilmem mümkün değil. Ancak deyim yerindeyse daha seçkin ve daha tecrübeli imamlar görev yapıyordu; daha özel, bas sesli ve ağır vaizler vaaz veriyordu. Bilakis üretim, ticaret, istihdam, kanaat, icraat, ihracat gibi konularda, çoğu bölgede işçi ve işveren olan cemaate izahat ve nasihat babında hatta baş ağrıtacak derecede, kürsüden hitap ediliyordu.
1999-2001 krizinin insanları iyice bunalttığı, işini gücünü zayıflattığı, finans firmalarının battığı, el değiştirdiği, işçinin işini kaybettiği, hatta beyaz yakalıların işsizliği kanıksadığı zamanlardı. Cuma namazlarından önce köşe başlarını görevliler tutmuş olurdu ki kimseden gık çıkmasın, kanaat hegemonyasına asgari ücretli fakir işçi alışsın, güçten korksun…
Öyle sessiz sedasız ve karamsar haldeyken, insanlar homurdanarak Cuma namazına giderdi.
Camiye vardığımızda Vaiz Efendiyi kürsüye kurulmuş, dersine de ziyadesiyle çalışmış, İslam’ın kanaat, sabır, sadaka, yardım mevzularını; ayet, hadis, menkıbe tahtında, heyecanla, yüksek sesle, birkaç cümle sonra da konuşmasına bir dua, bir temenni katarken, insanlarda birikmiş gazı ince ince, nazikçe alırken; güzellikleri, iyilikleri, cömertlikleri, mutlulukları güllük gülistanlıklar içinden, ağzından bal damlatarak takdim ederken bulurduk.
Hani şu yazarkasayı dallayıp fırlattı ya esnaf, o tarihlerden söz ediyorum…
Yine bir Cuma vakti, uzunca süredir yakın tanıdığım, bildiğim bir Hoca Efendi’yi kürsüde gördüm. Maşallah, kurulmuş anlatıyor mübarek!
Bir hatırasını anlatıyor…
Fakat mevzunun tam isabet alanı içinde olamadım. Sadece anlatılana kulak misafiri oldum.
Eyüp Sultan Camisinde görev yaparken başından geçmiş. Konu; fakirlik, iş, üretim, kanaat, istihdam olunca anlatayım ki millet olaya hakim olsun, ses etmesin dedi, sanırım…
Evveliyatının da var olduğunu zannettiğim bir konu bu…
Cemaatten biri, bir sabah heyecan içinde, mutlu, huzurlu, güler yüzlü, ellerini ovuşturarak Hoca Efendi’nin odasına giriyor…
Hocaya, fakr-u zarureti, açlığı, yoksunluğu ve yoksulluğu nasıl yok edeceğini dili döndüğünce, aklı erdiğince açıklamaya çalışıyor…
Caminin etrafındaki bir sokakta, sıralı ocaklar kurmak ve kazanlar dolusu yemek pişirmek gibi taleplerinden söz ediyor…
Hoca, epeyce müddet susuyor, cemaat kararı bekliyor tabii olarak…
Sonra Hoca diyor ki: “Sonra, sonra nasıl olacak, karnı doyunca sorun biter mi?”
Adam buluşunun kabul göreceğini düşünüyor ki: “Hocam, daha ne olacak, karnı doyunca başka ne kalıyor geriye” diyor.
Hoca: “Tamam da karnı doyduktan sonra, bu adam nereye gidecek, nerede barınacak, nerede yatıp kalkacak” diyor…
Adam, ses etmiyor. Hoca devam ediyor: “Karnı doyduktan sonra bitse, bitmiyor işte… Bu sefer de iş lazım, eş lazım, meşgale lazım, para lazım, ev lazım, mobilya lazım, kap kaçak lazım…”
Adam yerinden kalkıyor: “Ben gideyim hoca” diyor.
Hoca: “Dur gitme, dahası var” diyor.
“Dahası şu” diyor Hoca!
“Para kazanınca gezmek görmek isteyecek, çocuklar büyüyecek, okul masrafları, çocukların özel masrafları bir yana; toplumda bulunacak, söz sahibi olacak, araba alacak, yazlık alacak…”
Adam, veda edip ayrılıyor…
Evet!
Hayat tam da budur. İmkânlar arttıkça, arzu ve istekler de çoğalır…
Ekonomistlerin dediği de bu. Farklı bir şey demiyorlar…
Kıt kaynakları, insan arzu ve isteklerine göre yerli yerinde kullanmak, israftan kaçınmak, her bireyin genel hasıladan pay almasını sağlamak kaydıyla mutlu ve müreffeh toplumlar inşa etmek…
Peki, toplumların güllük gülistanlık bir hayat sürmesi, hayatı sorunsuz, dertsiz, tasasız, kavgasız sürdürmesi mümkün mü?
Dünya o hale gelmiş ki artık kocaman küresel bir yapı!
Küreselleşme olarak ifade edilen bu yapı içinde, sadece ticaret, yatırım ve turizm yok.
Göçler var… Mülteciler var… Spor müsabakaları var…
Teknik bilginin değiş tokuş edilmesi, yeme-içme kültürü, bono, tahvil, hisse senedi gibi finansal varlıklarla sınır ötesinde yatırımlar mevcut…
Küreselleşme fakir ülkeler için kötü olarak nitelendirilebilir. Belki bütün dünya için kötüdür. Tenkitler olabilir…
Ancak direkt yatırımcının, fabrikayı kurduğu ülkeden söküp ülkesine götürmek gibi bir şansı yok. Yatırım yapıldıktan sonra, artık fabrika yatırımın yapıldığı ülkenin malıdır…
Yabancı sermayenin bir tarafı budur. Bizatihi, direkt yatırım yapmaktır. Diğer tarafı ise borç vermektir…
Kanımca, ticaret dedikleri şey yani mal ve hizmet alım satımı ayrıcalıklıdır…
Şuna benzer; zengin insanların oturma kalkma mekânları, evleri, yaşam koşulları, evlenme kültürleri fakir insanlarla aynı minvalde değildir…
Ayrıcalık vardır, ister istemez vardır. Bunun sosyolojik ve psikolojik tarafları tamamen ayrı bir mevzudur.
Zengin ülkelerle, fakir ülkeler arasındaki alışveriş, ticaret, ihracat ve ithalat yapısı da zengin ve fakir bireyler arasındaki ilişkiye benzer…
Zengin ülkelerin -ticari ilişkilerinde- yine zengin ülkeleri tercih etmeleri yüksek olasılıktır. Mesela; Türkiye, Uganda ve Almanya’dan mal ile hizmet satın almaktadır. Ama Uganda’yla ticaret hacmimiz yüzde bir bile değildir…
Uganda’nın gelişmesine, büyümesine, fakirlikle mücadelesine sağladığımız katkı neredeyse hiç yok gibidir…
Meksika ile Amerika arasında serbest ticaret kontratı olduğu halde, ticaret rakamlarında Belçika, yüz milyondan fazla nüfusa sahip Meksika’yı katlayabiliyor…
O bilinmeyen, görünmeyen sır, burada kendini ortaya çıkarıyor. Yani, gelişmiş ülkeler, birbirinin dilinden anlamada, fakir ülkelerle kıyaslanamaz bile. Kısır döngü içinde kıvranan fakir ülkelerin umutları olabilir ancak imkânları yok denecek kadar azdır…
Çok fakir ülkelere yapılacak doğrudan yatırımın, yani fabrikanın, şirketin işçi ücretlerine, sağlık koşullarına, çevreye etkisi nedir?
Çok fakir ülkelere doğrudan yapılan yatırımlarda, olumsuz taraflarına rağmen ülke kendi hazinesinden harcama yapmayacaktır. Bu bir artı imkândır. Şartlar ağır olmasına rağmen, istihdam meydana getirecektir. Halkın şuurunu, bilincini, bilgisini açacaktır. Yatırımcı, üretimde aynı girdileri kullanarak ucuza mal üretecektir. Girdi maliyetlerinden ziyade; ücret, kira ve vergi avantajından faydalanacaktır.
Üretimde kullanılacak ham madde belki fabrikanın kurulduğu ülkeden temin edilecektir. Ara mal da yatırımcının ülkesinden veya başka gelişmiş bir ülkeden tedarik edilecektir…
Bunlar, başlı başına birer varsayımdır…
Yatırımcı, bir koyup beş almayacağı; yolu, izi, altyapısı kısıtlı ve politik sorunları olan bir yere neden fabrika kurar, işyeri açar? Hiç düşündünüz mü?
Fakir ülkelerdeki doğrudan yatırımların, ülke ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte olması önem arz eder elbette…
Zaten kendi düzenini kurmuş olan batılı ve gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere, çok fakir ülkelere yatırım yapmak karşılığında, onlardan hiç olmazsa tarım ürünü ithal etme gibi bir kaygısı, bir tasası yoktur. Çünkü kendi aralarında ticaret yapmaktadırlar.
Hollanda misalinde olduğu gibi onlar da tarım ve hayvancılığa kat be kat yatırım yapıyorlar…
Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan veya çok fakir ülkelerdeki faaliyetlerini insani amaçla, iyi niyetle, ticari kaygıyla gerçekleştirmek istediklerini ifade etmek çok da doğru değildir. Mutlaka, kendi amaçları söz konusudur…
Aslında konu öylesine ağır, öylesine zor, öylesine dar ki kısır döngüden kurtulmanın yolları elbette var ve bunu gelişmiş ülkeler, fasit daire kıskacındaki ülkelerden çok daha iyi biliyorlar. Keşke, amaç sadece ve bütünüyle ekonomik olsa…
Küresel dünyanın ötesinde o kadar bakir yer var ki; ekonomik ve küresel aynılık için daha çok zaman var.
Selam ve muhabbetle,
Enver SEYHAN