Yazıma birkaç atasözü yazarak başlamak istiyorum. Üzerinde akıl yürütmek gerekiyor. Düşünmek, ifade etmek, biriktirmek ve akıl sahnesine koyup uygulamak insanın diğer canlılardan farkı ve ayrıcalığıdır. Daima tekrar ederim, yine tekrar ediyorum; bu insana fıtrattan verilmiştir.
“Eskiye rağbet olsaydı, eskici dükkanına nur yağardı.”
“Eskisi olmayanın, yenisi olmaz.”
“Koyun can derdinde, kasap et derdinde.”
Bu atasözleri ne ifade ediyor bize?
Geniş çerçeveli düşündüğümüzde çok farklı şeyler ortaya çıkacaktır.
Atasözleri, özdür. Çünkü, yaşanmışlığın, hayatın, tecrübenin içinden çıkmıştır.
Umarım ki dünya silkelenip kendine gelir. Görünen o ki, yarım yüzyıl öncesine göre, daha hızlı, daha karmaşık, daha belirsiz dönüyor, dönerken baş döndürüyor…
Her şey değişmiş, yenilenmiş; eskiye dair her ne varsa çöpe atılmış… Adı bile unutulmuş çoğu şeyin…
Dünyalık olup da değişmeyen, eskiyip de çöpe atılmayan hiç bir şey kalmamış…
Her şey çabucak, hızlıca tüketiliyor ve eskisi çöplüğe atılıyor… Dün önemli bir hacet olarak muhafaza edilen, değer atfedilen, aranılan, kullanılan eşya, bugün sebepsizce çöpte buluyor kendini…
O kadar acımasız ki hayat!
Merhamet nehrinin suyu kuruyalı yıllar olmuş…
***
Şu sosyal medya öyle acayip bir mecra ki, yaşamı, hayatı, özü, sözü birbirini asla tamamlamayan yığınlarca insan…
Davranışları, fiilleri, eylemleri, hayat normları, gönülleri tamamen bambaşka; lakin dilleri başka başka kelimelerden cümle kuruyor…
Asla merak etmeyen, irdelemeyen bir çoğunluk var. Okumuyor, öğrenmiyor, bilmiyor fakat yazarken, çizerken bildiğinden emin!..
Acı olan da Türk tarihini hiç bilmiyor, okumamış…
Sadece okul kitaplarından okuduğu veya öğretmenlerinden dinlediği, öğrendiği kadar; asırlar evvel kazanılmış birkaç savaşın hikayesine kaptırmış kendini, bütün tarihi bundan ibaret sanıyor…
İçinde yaşadığı toplumun son asırlardaki savaşlarından, ekonomisinden, borcundan, gelişmesinden, kaybettiklerinden, kazanımlarından haberi olmamış…
Neden ve nasıl geri kaldığımızdan, toplumun çektiği acıdan, açlıktan ve sefaletten hiç mi hiç haberdar değil…
Taşrada yaşayan insanın, asla reaya ve tebaa olmaktan öte geçemediğini bilmiyor…
Hep aşırılarda dolaşıyor…
Benimserken de, severken de, sayarken de, methederken de aşırı; yererken de, kötülerken de, atıp tutarken de, tenkit ederken de aşırı…
Türkiye’nin hangi şartlarda kurulduğundan bihaber… Hukuk devletinin yurttaşlık haklarından yararlanıyor; elindeki imkanların, şartların ve olanakların Türkiye’nin hukuk devleti olmasından kaynaklandığını bilmiyor, hasılı akıl da etmiyor…
Eğitim ve öğretimin insana şahsiyet, kalite, değer, kıymet, sevgi aşıladığına inanmıyor…
Yüzyıl evvel okuma yazma oranının yüzde yedi ile on aralığında olduğunu duyunca afallıyor, yüzünü buruşturuyor…
Şöyle bir sonuca ulaşmış olmak beni rahatsız ediyor; lakin, bir hakikattir ki, gerçekler acıdır…
Ancak, benim vardığım netice, münferit ve fevri dairede ele alınmalıdır.
Kimsenin derdiyle ilgilenmemiş veya ilgilenilmemiş, alakadar olmamış ya da olunmamış; bencil bir hayatın elinden tutmuş, almış başını yürümüş, dünya umurunda değil, olmamış…
Bilimden, edepten, adaletten, haktan ve halktan, insanlıktan haberi olmayanların dili de gönlü de zehirlidir; ne ıslah olur, ne de iflah olur…
***
Yazının uzamaması için ülkemizin neredeyse iki sene de bir girdiği seçim ikliminin geçim iklimi ile bağlantısını daha sonra yazmak isterim
Aklımı kurcalayan sorular var:
Mesela, madem ekonomik ve politik manada her şey normal akışında ve hızında; neden öyleyse seçim kararı alındı, diye düşünüp duruyorum…
Son söz:
Umut, hiç tükenmeyen ekmektir!
Saygılarımla!
Enver SEYHAN