Amasya İtimat

ESKİ YAZILAR (ANTALYA’NIN MOR ÜZÜMÜ)

0
777
Zaman tünelinden bulup çıkarıyor ve getirip önüme koyuyor. Bu yazı da öyle. Hem anımsama hem hatırlama hem de hayır dua etme ve anma bağlamında güzel oldu. Bu dünya üç günlük bir dünya. Bugün aklımdan geçti; Hz. Nuh’un ömrü ile kıyaslandığında bugünkü ömür süresi doğumdan ölüme daha çocukluk çağında. Dokuz yüz elli yıl nere, elli, altmış, yetmiş yıl nere? Kıyas bile götürmez.
İlk Yazı Tarihi:
2015
İkinci Yazı Tarihi:
Ekim 2018
TRT radyolarında bir türkü çalınırdı çocukluğumda; Antalya türküsü:
“Antalya’nın mor üzümü / Severler boyu uzunu”
Şu anda TRT Türkü’de yine çalıyor ve bu defa Nurettin Çamlıdağ yorumlamıyor. Hemşehrim Neriman Altındağ Tüfekçi derlemesi olan bu Antalya türküsünün hikayesini yıllar sonra Antalya’ya tatile götürdüğüm rahmetli Suna Hanım teyzeden dinlemiştim. Aslında bir beste türküymüş; öyle demişti.
Şimdi şu dakika onun aziz hatırası canlandı gözümde!
Suna Hanım, babasının Antalyalı annesinin Balıkesirli olduğunu söylemişti. Babası birkaç evlilik yapmış. Antalya’ya gidiyorum diye o kadar heyecanlanmıştı ki anlatamam. Doğduğu, çocukluğunun geçtiği mahalleye, evlerine kadar götürdüm. Öyle duygulandı öyle duygulandı ki ağladı. Bir o kadar da memnun oldu. Kapılara, küpeştelere, duvarlara, camlara, pervazlara, ağaçlara, dallara sürdü ellerini, okşadı, sevdi, sevindi, baktı, baktı…
Etrafa baktı, mavimsi yeşilimsi gözleri sevinç saçıyordu bir yandan, dolu dolu oluyordu diğer yandan. Ağaçlı güllü çiçekli bir bahçede ev aynı yerinde duruyor; Antalya’nın sıcağında gölgede ve serin avlusunda biraz oturduk. Anasından babasından söz etti. Evin önündeki bahçede oyunlar oynadığı arkadaşlarından bahsetti, koşmasını, düşmesini, ağlamasını gah gülerek gah ağlayarak anlattı, anlattı. Hayallere daldı bazı bazı, derin derin içini çekti. Arada sırada yeşille karışık mavi gözlerini baş örtüsünün ibikleriyle sildi. Tabii ki komşulardan kimseler kalmamış, hatırında kalanlara da rastlayamadık. Yine de bir iki kişiyle geçmişe dair hasbihal eyledi. Mutlu oldu velhasıl!..
Suna hanım, aynı baba ve anneden tek çocuktu bildiğim. Üvey demek istemiyorum ama diğer annelerinden ablaları ağabeyleri ziyade, aile kalabalık. Ablasının birini, onun avukat kızını çok yakın tanıdım. Ağabeyinin kızını, teyzesinin kızı Keriman teyzeyi tanıdım. Diğer öz teyzesi Bursa’da doksan yaşında tek başına yaşıyordu, onu da tanıdım. Nur gibi bir kadındı. Bembeyaz çizgili yüzü, renkli, validenin deyimiyle aleşmen gözleri, ihtiyarladıkça buruşmuş elleri kaldı aklımda. İstanbul’a geldi, bir müddet Suna hanımda kaldı. Evladı olmamış. Daha ziyade Keriman hanım ve kızları ilgileniyordu onunla.
Suna hanım evlenmiş ama onun da çocuğu yoktu, olmamıştı. İlk kocası Şile yolunda kazada ölmüş. Bir başına yaşıyordu. Tanışmamız da aynı apartmanda ikamet ediyor olmamızdan dolayı oldu. Apartmanın yeri ve yanındaki apartmanın yeri hakkında yakın zamanda bir kişi dedi ki: “Buralar S. Gökçen’e aitmiş de sonra okulun yeriyle takas edilmiş, değiş tokuş yapılmış.” Belki de öyledir; kim bilir!
Antalya’da halasının oğlu mu teyzesinin oğlu mu avukatmış, ille de uğramak istedi ona. Benim de soyka bir huyum var; olmadan olacak içime doğar. “Sen git teyzem, ben seni kapının önünde teslim ederim ve yine gelir kapıdan alırım” dememe rağmen bizi de beraberinde götürdü. Balkona oturduk, adam hoş beş etti, çay verdiler ve karpuz kestiler sağ olsunlar; ama “şimdi nereden çıktınız” tavrını sezdim ve Suna hanımın yine akrabası olan eşinin de menfi halinden rahatsız oldum. Suna Hanım’a da “kal bu gece” demediler ve onu da aldım, otele döndüm.
Suna hanım çocuklarını sordu; galiba çocuklardan biri evdeydi ama yanımıza gelmek istemedi besbelli. Akraba oldukları için yakın temas kurmak istedi ama temiz saf güler yüzlü bir muamele göremedi. Çünkü yalnız yaşayan bir insan. Belli bir yaşa gelmiş. Ha deyince arzu ettiği şeye ulaşamıyor, eli kolu yolu kısa. Sırf bu nedenle Nevşehirli birisiyle tekrar evlendi. Birkaç yıl beraber yaşadılar. İkinci kocası da vefat edince yine yalnız kaldı.
Suna Hanım’ın babası iki kere veya üç kere evlenmiş dedim ya; böyle bir halde kardeş de çok, akraba da çok tabii olarak. Çoğu da makamlı ünvanlı ve markalı şahıslar. Mesela televizyonlardaki açık oturumlarda her gün bir mekanda boy gösteren rahmetli Prof. T. Ateş halasının oğluydu. Ancak, yanında yöresinde üvey abisinin kızı ile üvey ablasından başka kimi kimsesi yoktu. Bana öyle geliyor; öyle düşünüyorum. Ablasına, Erenköy’e bazen arabayla götürdüğümü anımsıyorum.
Türkünün yazılma sebebini anlatmıştı. Yazanın da akrabası olduğunu ifade etmişti. Türk Radyo ve Televizyon Kurumu’nda, kayıtlarda Antalya yöresine ait fazla türkü yokmuş. O nedenle, türkü yazma ve besteleme vasıtasıyla birkaç türkü girmiş kayıtlara. Uzunca anlatıp durmuştu. Bilemem gerçekten öyle mi? Anlattığına inanmak düşer bana. Bir şehir efsanesi de olabilir. Bu gibi konularda her şey olabilir; meraklıdır insanoğlu.
Birkaç yıl önce evinin önünden otobüse binmiş hastaneye gitmiş. Neresinde ne varsa artık. Dışarıdan bakınca sapasağlamdı. Boğazından ameliyat etmişler; takip ettiğim kadarıyla ameliyattan sonra iyileşemedi, sağalıp bir daha evinin kapısını açamadı. Bakırköy’de başka bir hastaneye yollamışlar. Duyduk, orada ölmüş. Abisinin kızı Avcılar tarafında bir kabristana defnetmiş. Allah rahmet eylesin.
Vay anasını!
Bir türkünün anımsattıklarından kocaman bir hikaye çıktı. İnsanoğlu ardında ne hikayeler bırakarak geçip göçüyor bu dünyadan…
Hey gidi! Vay gidi!
Enver Seyhan 2024

Yorum Ekle