İsmail Erdal — Emekli Eğitimci
Uçan Sözden Kalıcı Yazıya
İnsanoğlu, yeryüzüne adım attığı ilk andan itibaren konuşmaya, yani kendini anlatmaya ihtiyaç duydu. Bir bakışı, bir sesi, bir işareti anlam taşıyan simgeye dönüştürdü.
Rüzgârın uğultusu, hayvan sesleri, suyun çağlayışı onun ilk alfabeleriydi.
Böylece doğanın diliyle kendi iç sesini birleştirerek sözü yarattı. Ancak söz uçucuydu.
Rüzgârla savrulan, belleğin sınırında kaybolan bir tınıydı.
İnsan, bir gün fark etti ki: Uçan sözü taşta, tahtada, kil tablette dondurmadıkça kalıcılık yoktu. İşte o fark ediş, yazının doğuşu oldu. Taşta Başlayan Ebediyet Yazı, sözün zamana karşı açtığı savaşın zaferidir.
İlk yazılar Sümerlerin kil tabletlerinde belirdi; Mısır’da hiyerogliflerle duvarlara kazındı,
Anadolu’da Hititlerin taşlarında yankılandı. Yazı yalnızca bir iletişim aracı değil,
insanın ölüme karşı koyma biçimidir.
Çünkü insan, görüp öğrendiklerini, yaşadıklarını, inandıklarını taşlara, derilere, papirüslere kazıyarak ölümsüzlük arayışına girdi. Söz, yazıya geçtiğinde artık sadece bir ses değil;
bir uygarlığın, bir inancın, bir kimliğin tanığı oldu. Böylece “uçan söz” toprağa kök saldı.
Kanunlar, destanlar, dualar taşlarda yankılandı.
Hammurabi Kanunları’ndan Orhun Yazıtları’na uzanan bu süreç, insanlığın “ben vardım” deme çabasının en görkemli ifadesidir.
Dillerin Doğuşu ve Çoğalması
Diller, insan topluluklarının çoğalmasıyla birlikte çeşitlendi. Her kabile, her kavim kendi yaşam biçimine, çevresine, inancına göre kelimeler türetti.
Dağ, ova, deniz, iklim; hepsi sese, söze, dile dönüştü. Zamanla aynı kökten gelen diller farklı yönlere evrildi. Bir zamanlar tek olan sesler, yeni coğrafyalarda farklı biçimlere büründü: Latince’den Fransızca, İtalyanca, İspanyolca doğdu;
Eski Türkçe’den Oğuzca, Kıpçakça, Karlukça ayrıldı. Her ayrışma, insanın yeni bir dünyayı adlandırma çabasıydı. Her yeni kelime, doğaya, eşyaya, insana verilen yeni bir anlamdı.
,
Yazıya Ulaşamayan Dillerin Sessizliği
Ne var ki, her dil bu ölümsüzlük ayrıcalığına kavuşamadı. Bazı diller yalnızca ses olarak yaşadı, yazıya geçemedi. Sözlü kültürün taşıyıcıları öldüğünde, onların dili de onlarla birlikte toprağa karıştı. Bir dilin yok oluşu, sadece kelimelerin kaybı değildir; bir düşünme biçiminin, bir yaşam tarzının, bir dünyayı kavrama biçiminin yok olmasıdır.
UNESCO verilerine göre, her iki haftada bir dil sessizliğe gömülüyor. Konuşanı kalmayan her dil, insanlığın kültürel mozaiğinden düşen bir taş demektir. Yazıya ulaşamayan diller, tarih sahnesinden silinip giderken taşa kazınan kelimeler hâlâ konuşur:
Mezopotamya’da, Orhun’da, Göbeklitepe’de, bir uygarlığın sesi yankılanır hâlâ.
Lehçeler, Şiveler ve Kültürel Renkler
Dillerin içinde de farklı tınılar, farklı soluklar vardır. Lehçeler tarihin; şiveler coğrafyanın izidir. Bir Ege’linin “geliyin gari” sözüyle, bir Karadenizli’nin “geliyisun” deyişi aynı duygunun farklı melodisidir.
Bu çeşitlilik, dilin canlılığının göstergesidir.
Çünkü her şive, insanın yaşadığı coğrafyanın sesini taşır. Toprak, rüzgâr, su ve insan sesi, o dilin dokusuna karışır. Yazının İcadı: İnsanlığın Belleği
Yazı yalnızca bilgiyi değil, duyguyu da taşır. Bir toplumun yasası da, duası da, türküsü de yazıya geçince yaşamaya devam eder. Yazıya dökülen bilgi, zamanın içinden geleceğe yürür.
Bu yüzden dillerin en büyük dönüm noktası, yazının icadıdır.
Yazı sayesinde insan, öyküsünü nesilden nesile aktarabildi; söz, artık yalnızca ses değil, bir bellek oldu.
Yazı; uygarlığın temel direği, bilimin, sanatın, edebiyatın kapısını aralayan en büyük icattır.
Yazının olmadığı toplumlarda tarih de eksiktir, çünkü hafıza sadece kulaktan kulağa taşınır ve zamanla silinir.
Sözün ve Yazının Ortak Mirası
Bugün konuştuğumuz her kelime, yazıya geçmiş bir dilin gölgesinde var olur.
Sümer’in kil tabletlerinden, Göktürklerin taş yazıtlarına kadar her harf, insanlığın “ölümsüzlük arzusunu” taşır. Diller doğar, büyür, kaybolur… Ama yazı, onların hatırasını yaşatır. İnsan yaşadıklarını, gördüklerini ve hissettiklerini kaleme almalı ki hem kendi ömrünü aşsın hem de gelecek kuşaklara bir iz bıraksın. Mısır gezim sırasında İskenderiye Kütüphanesi’nde bunu bütün anlamıyla hissettim. Binlerce yıl önce yanmış, yıkılmış bir bilgelik yuvasının yeniden dirilişine tanık oldum. O an düşündüm; bizde kütüphaneler birer birer kapatılırken, başka ülkelerde insanlar geçmişin mirasını koruyarak geleceğe taşıyor. Oysa biz, sözün ve yazının kıymetini unuttukça kendi belleğimizi de yitiriyoruz.
İnsanlığın sesi olan söz taşa kazındığında tarihe, kâğıda döküldüğünde bilince, yüreğe işlendiğinde ise insanlığa dönüşür.


