Ömer Seyfettin veya Sait Faik ya da Refik Halit değilim ki hikaye yazayım. Nereden aklıma düştü ise başımdan geçenleri hikaye etmeye başladım. Demişler ki eskiler: “Anan herek baban herek, bu iş senin neyine gerek!” Öyle, öyle de yazmak istiyorum işte. Yazdığım gibi sizinle paylaşmak da istiyorum.
Başlayalım o halde! “Başlamak bitirmekmiş” demiş ya evvelkiler, başlayalım da görelim. Bitecek mi uzayacak mı? Hikaye biter mi dünyada? Hikayenin bittiği gün dünya biter. İyi dileklerle başlayalım o zaman ki hayatın akışı, dostun bakışı, aşığın türkü yakışı, kulun Allah’a yakarışı kıyamete kadar sürsün…
*
Sonra bugün işte, iş ve işlemler ilerleyince, kısaca sayın memur bayanın keyfi erince, “Şu kadar dolar istiyorum” tarzında gevrek kelamına muhatap oldum.
Dolar! Aklımdan geçenin peşinden koşamıyorum. Bu da ne ki?
Gülümsedim, henüz salondan çıkmamıştım, camdan yedi kat aşağı yolu gözledim, seyrettim; tekrarladım, “dolar!” Bizim Sarıkız’ın boynundaki yularla eşdeş bir takım şeyler; beynimden kalbime, kalbimden sağ böbreğime, mideme, sol kulağıma, bütün azalarıma, arızalı bir hal ve durum vücut iklimimde sıcak ve hatta kaynar su misali yaka yıka dolandı durdu. Sarıkız da, canım şu çocukken yaylada çobanı olduğum, merada güttüğüm, babaannemin her birine ad taktığı ineklerden biri; postu sarı olanı, alnında doğuştan beyaz damga vardı ki bu damgadan dolayı ona ‘Parlak’ dahi derdik.
Neyse!
Emir ve talimat alındı ya, emir tekrarı edesim gelerek, gülerek, oynayarak, sevinerek caddeye indim. Bir yandan da 500 dolar almanın yolunu bilmediğimden, önce bir bakkaliyeye girdim. “500 kilo dondurma ver, 500 dolar vereceğim, çabuk olursan sevinirim” diye de ekledim. Bakkalcı gülsün mü, ölsün mü?
Durdu, baktı, içinden çok şey geçirdi hatta “Bu çoban da kim şimdi?” dedi kesin. Hatta sinkafın biri bin para. Zira gözlerindeki ifade az buz değil, korktum, kapıdan kendimi hariciye yokuşuna gönderip ardımdan geliyor mu diye de sık sık dönüp bakmaya, karışık düşüncelere gark olarak yol boyunca bulanık bir sel gibi akmaya başladım. Şükür kurtuldum!
Aklıma bir şey gelmiyor, cebimde dolar yok. Cüzdanıma, cebime baktım, param da yok. Ne olacak? Para lazım. Hesabımın olduğu bankalardan birdenbire buz gibi soğudum, gözlerime emir verdim, onları görünce “Kör olun” dedim, öte taraftan da içimden oturup ağlamak geçiyor; İstanbul’un bu özel, bu aşina, bu seçkin , bu mamur semtinde ve semtin, semt kadar meşhur caddesinde ağlayamazdım, kusura bakılmasın, erkekliği madara edemezdim; ben Sırp eti miyim, mundarca Müslüman mahallesinde kasapta satılayım?
Kasap deyince aklım çalıştı. Hemen yan yana dikelmiş, biri burma bıyıklı, boyluca, diğeri tonton, beni takip eden dört gözün ablukasına alındığımı fark ettim. Oh! Güzel! Dükkanlardan anladım ki biri kasap ve diğeri manav. Bunlarda vardır dolar dedim ve göz hapsinden de kurtulduğumu var sayarak; perişan, mahcup, garip halime sevimlilik katarak, hem utanarak hem de boş vererek, yıkıla yılışa yanaştım; bir kaç metreden hem başımla, hem bedenimle, hem dilimle selamladım.
Kara olanı selamı başıyla aldı, diğeri ardı dönük söz ile mukabele etti. Sonra “Dayı kimsin, nesin, ne arıyorsun” dedi.
“Dayı mı? Yahu senin tevellüt kaç? Benden aşağı değilsin!”
“Tevellüt ne, anlamadım ki?”
“Neyse, boş ver, dolar bulunur mu sizde?”
Bu sefer öteki kara suratlı olan; “Dayı burası döviz büfesi değil” dedi, bende takılı duran jeton küt diye başımın tam ortasına düştü, düşüş ki ne düşüş; başım döndü, hevesim söndü, nefesim daraldı, dünyam karardı, çehrem morardı…
Bana kolonya falan döktüler, silkelediler, iki koldan ırgaladılar. Göz kontrolü yaptılar; birisi kalın sesiyle, “Abim göz doktoru, ben de ondan öğrendim, anlarım biraz” dedi. Ters ters baktım, “Dayı sen niye kasaplık yapıyorsun, kapat ve doktor muayenehanesi aç” deyiverdim. Kahkahayı patlattı. “Biz de olduk dayı!” diye söylenmeye, ellerini birbirine vurmaya başladı. “Dayı ile kalsan iyi.”
“Ya!”
“Ötesini manav söyler.”
Doğru döviz büfesine koştum. İki kravatlı, takım elbiseli, bıyıksız adam ayakta, reklam panosunda doların alış satış fiyatı mel’un dolar gibi sürekli kırmızı kırmızı akıyor, cep yakıyor, insanın aklına türlü türlü şeyler takıyor, gözde gönülde şimşekler çakıyor. Düşünmeye imkanım ve zamanım yok. 500 lira çıkarıp “Nakit değiş tokuş yapmak istiyorum” bir nevi trampa. Karşılığında 500 dolar verebilir misiniz?”
Adamlar bakışıyor, susuyor, sonra küçük olan, “Buyurun efendim, yardımcı olayım” demeye koyuluyor. Fakat benim hiç istifimi bozmadan, masum masum beklememden de kaygılanıyor olacak ki , “500 liraya şu kadar dolar verebilirim” diyor.
“Delikanlı, sen bilmezsin belki, bu günlerde dolarla lira bir dolar eşittir bir lira olmalıydı, öyle duymuştum bir ara” diyorum.
“Ekonomik göstergeler harika! Bakkal, kasap, market, manava da gittim, hakir gördüler, güldüler, beni döviz büfesine sürdüler.” Dişlerim görünecek şekilde gülüyorum, delikanlı da gülüyor.
Bu harikalar diyarında, laf ebeliğinin bana faydası olmayacağı gibi zararı dokunabilir, kör kurşuna hedef olabilirim, bir bilinmez yerde ölebilirim; ele güven olmaz!
500 dolar karşılığı Türk lirasını, hem de alkışlarla, sevinerek, ekonomimizle övünerek döviz büfesine bırakıyorum.
Hey gidi dünya!
Dolar olmasa ne yapardık? Üstündeki resimler de bizden değil, bize benzemiyor. Tipsiz adamlar, “Bana mecbursun” der gibi bakıyor. Ne güzel olmuş. Adam matbaayı kurmuş, akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar dolar basıyor, bastığı gibi dünyaya satıyor. Mecbur kalıyorsun, satın alıyorsun. Benim 500 lira çok yakın gelecekte ancak 100 dolar karşılığı olabilir. Düşünmeye gerek yok, “Ben çorbayı lokantada lira ile yiyorum!”
“Bana ne!”
Koşar adımlarla şu ikrah ettiğim, sevemediğim, dolambaçlı, mahpushanemsi daireye yine gidiyorum. Başka başka iki ülkenin, bir diğer ülkenin parasıyla yaptığı alışverişi gönlüm razı olmayarak onaylıyorum.
Neden ve niçin?
Ya çok safım, ya sivri zeka, ya da çoban?
Soru sormanın bile hesabı kitabı var, olur olmaz sual sorup başımı belaya sokmayayım.
Her şey yolunda aslında, işte bir dolar meselesi kalmış. Halledilince diyorlar ki “İstanbul eşittir cennet” olacakmış…
Enver SEYHAN
(Baş Döndüren Hikayeler / 2017)