Şairin dediği gibi “Ne zaman o sokağa yolum düşse şimdi” ayaklarım geri geri gider. Anılar üşüşür, ilk gençlik, lise yıllarımız, arkadaşlarımız yadımıza gelir yüreğimiz burkulur içimiz ezilir. Bilirsiniz hiçbir iz kalmamıştır o anılardan ama o mahalle o sokak içimizde yaşaya gelir. “ Gelmesi sizden, bırakması bizden” diyen misafir sever bir ev sahibi sıcaklığını hissettiğiniz bu şehirde olmaktan saadet duyarsınız.
Şehirlerimizin de bir kimliği vardır. Kimliğiyle karşılar şehirler sizi. Amasya’mız da bu şehirlerimizden biri.
Her geçen gün iç turizmde misafirlerini fazlalaştırıyor. Bunun göstergesi şehir içi caddelerde değişik turizm firmalarının adının yazılı olduğu sıra sıra otobüslerin varlığı…
O eski hüviyeti taşıyan şehirlerimiz yavaş yavaş yok olup, şehirlerimiz eski sakinlerini, ağaçlarını, bahçelerini, şehre hüviyetini veren mimarisini kaybetse de Amasya’mız bir yönüyle yalı boyu evleri, kaya mezarları, camileri, köprüleri, çeşmeleri kısaca geçmişin bıraktığı tarihi değerleriyle kimliğini korumaya devam ediyor.
Modernleşmeden nasibini alan caddelerde şimdi gözümüze en çok çarpan Türkçe olmayan tabelalarla tanıtılan iş yerleri ve her birkaç adımda bir karın doyurma mekânları… Ve şehrin bütününde gözlemlediğimiz, tarihe beşiklik eden bu toprakların büyük bir kısmında yeşilin katledilerek ithal medeniyetin süslü beton yığınlarının yükseldiği…
1965’li yıllarda şimdi onun da yerinde yeller esiyor. Lise binamızın komşu sokaklarında tek katlı bahçeli evler vardı. Günümüzde onların yerinde çarşıları oluşturan caddelerin iki yanına blok apartmanlar kondurduk.
Milletimizin geçmişinde yaşadığı gelenekte halkımızın büyük çoğunluğu konut olarak bahçeli evlerde yaşıyordu. Yavuz Selim Meydanından Pirler tarafına göz gezdirdiğinizde Amasya evlerinin birbirinin manzarasına mani olmadığını fark edebiliyordunuz. Benim talebelik yıllarımda Amasya evleri birbirinin manzarasını kesmeyen bir konumda idi…
Evet, o güzel atlara binip giden güzel insanlar yaptıkları inşaatlarda komşu hakkını gözettiler, güneşine dahi mani olmayacak bir hassasiyet gösterdiler kısaca hakka riayet ettiler. Tek gayeleri Cenab-ı Hakk’ın halifesi olan insanın yaşadığı dünyayı daha da güzelleştirme misyonuydu.
Başka bir hususta eskilerde bir şehir tanıtılırken havası ve suyuyla tanıtılırdı. Havası, suyu nasıl diye sorulurdu. Atalarımız yerleşim yerlerini genellikle su kenarlarına kurmuşlardı. Her birimiz bundan otuz kırk yıl öncesi köyümüzün, kasabamızın, şehrimizin içinden veya yanından geçen ırmakta yüzmeyi öğrendiğimizi, suyunu içebildiğimizi ve balık tuttuğumuzu hatırlıyoruz. Hatta o günlerde ilerde suyu para ile içeceğimiz aklımıza dahi gelmezdi.
Aradan geçen zaman içinde nehirlerimize kanalizasyon aktı, çöpler atıldı, sanayi atıkları ırmak sularının rengini, kokusunu kimyasını bozdu. Gelinen noktada da bırakın içinde yüzmeyi içinden çıkan balığa şüpheyle bakıp huzurla yiyemedik.
Evet, bizler yaşları 60 ları deviren kaynak suyu içmiş, derelerin şırıltısını dinlemiş, berrak akan ırmağın içinde gezinen balıkları görmüş, serinliğinde çimmiş yüzmeyi onda öğrenmiş bir nesil olarak suyla yaşadığımız o temiz kültürü tatmış olan bahtiyar bir nesiliz. Biz terkos suyunu musluktan akıtıp avucumuzu dayar kana kana içerdik. O suyu şimdi pet şişelere hapsettik ve parayla içiyoruz. Bir anımı anlatmak isterim:
“ İş yerime bir damacana su getiren satıcı eve bıraktığı suyla beraber borcumuzun 17 TL olduğunu söylediğinde kendisine ne günlere geldik, suyu para ile satın alacağımızı düşünebilir miydik dediğimde su satıcısı “ Daha dur, daha dur havayı poşetleyip satacağız, Lâdik havasını poşetle satacağımız günler yaşayacağız” demesi hakikat olur mu dersiniz ?”
Şuraya gelmek istiyorum. Geçen günlerde Amasya’ya gittiğimde iç turizmle ilgili olarak arka arkaya dizilmiş turist otobüslerinin çokluğundan bir Amasya sevdalısı olarak memnuniyet duymuş sevinmiştim. Ancak yalı boyu evleri kenarından seyrettiğim Yeşilırmak’ın görüntüsünden de rahatsızlık duydum üzüldüm. Adıyla hiç de müsemma olmayan koyu kirli bir renkte atan ırmağın bu kentin istikbal vadeden turizm geleceğine zarar verdiğini düşündüm.
O zaman sormak gerekmiyor mu? Bu ülke su kaynaklarını su kaynağı olarak değil de, bir tür “ Açık kanalizasyon şebekesi” ya da “ Sanayi atıklarını götürme borusu” olarak kullanmaktan ne zaman vazgeçecek?
Öğrendiğimize göre ülkemizde kanalizasyon sularının %90 ı “hiç arıtılmadan” ırmaklara göllere ve denizlere bırakılıyormuş. Endüstriyel işletmelerinde %80 nin de arıtma tesisleri yokmuş. Yani ırmaklarımızdan zehirli ve ağır metaller içeren su akıyor. Kısaca ırmağımız zehir akıyor. Bu zehirlenmeyi sanayileşme ve kalkınmayı gerekçe göstererek savunamayız çünkü Anasır-ı Erba olmadan yaşayamayız.
Turizm şehri Amasya’mızın içinden zehir akan bir ırmağa “ Yeşilırmak” adını hak edecek bir görüntünün tekrar kazandırılması için gerekli önlemlerin biran önce alınmasını diliyoruz. Amasya sevdalıları, ilgililer; turizmde iddialı Amasya’mıza bu kirli görüntü hiç yakışmıyor…