Kapitalizmin en büyük oyunu, aynı sofradan ekmek yiyen insanları birbirine düşürmek… Bugün Gümüşhane’de altın madenlerinde yaşananlar bu oyunun en somut örneği. İşçilerle köylüler, aslında aynı dağın çocukları, aynı derenin suyunu içen insanlar. Ama maden patronları ve onları koruyan egemenler, birini “işsiz kalırsın” korkusuyla yanına çekiyor, diğerini “toprağını kaybedersin” gerçeğiyle susturmaya çalışıyor.
Altın madenlerinde çalışan işçiler, “Biz bu işten olursak aç kalırız, aç kalmaktansa zehir içeriz” diyebiliyor. Bu söz, çaresizliğin en yalın hali. Evet, işsiz kalma korkusu ağırdır, kimse evine boş ekmek sepetiyle dönmek istemez. Ama düşünmüyoruz ki, bugün kazandığımız bu ekmek, yarın çocuklarımızın tabağına zehir olarak dönecek. Siyanürle ayrıştırılan altının bedelini sadece dağ değil, su, toprak, bal arıları ve çocuklarımızın ciğerleri ödüyor.
Gümüşhane’nin köylerinde şimdiden çeşmeler kuruyor, dereler bulanıyor. Toprağın kokusu değişiyor, otlar sararıyor. Hayvancılık yapan köylü “suyumuz biterse biz de biteriz” diye haykırıyor. Ama madenin kapısında vardiyaya giren işçi aynı köylüyle karşı karşıya geliyor. Biri “işsiz kalmamak için” çalışıyor, öteki “köyümü kaybetmemek için” direniyor. Halbuki ikisi de aynı gerçeğin mağduru. Ve unutuluyor ki; altın madenleri bir gün tükendiğinde, şirketler kazandığını alıp yurt dışına gidecek, geriye sadece bozulmuş, zehirli ve yaşanmaz hale gelmiş toprak bizim çocuklarımıza kalacak.
Türkiye’nin başka yerlerinde de aynı oyun sahnelendi. Soma’da işçiler ölümün madende kol gezdiğini bile bile çalışmaya devam etti, çünkü “işsiz kalmak” onlar için “ölümden beter” sayılıyordu. Afşin-Elbistan’da termik santral, köylerin üzerine kül yağdırdı; köylü nefes alamaz hale geldi, ama işçiler “santral kapanırsa hepimiz aç kalırız” diyerek kendi ciğerlerini zehirleyen santralin savunucusu oldu. Kaz Dağları’nda siyanürle dağlar delik deşik edilirken köylüler direniyor, ama orada iş bulanlar “çalışmak zorundayız” diyordu. Muğla’da kömür için zeytinlikler ve ormanlar yok edildi, çimento fabrikaları verimli tarım topraklarının ortasına dikildi. Her yerde aynı tablo: Egemenler işçiyle çevreciyi birbirine düşürüyor.
Aslında mesele çok açık: Bugün bu işletmelerden alınan maaş, yarın hastane kapılarında harcanıyor. Bugün sofraya koyulan ekmek, yarın kanserin, solunum hastalıklarının, susuzluğun kaynağına dönüşüyor. Kapitalizmin bize dayattığı seçim şudur: Açlık mı, ölüm mü?
Ama biz bu ikilemi reddetmek zorundayız. Çünkü ekmekle yaşam birbirinden ayrı değildir. İşçilerin de köylülerin de hakkı, hem ekmek hem sağlıklı bir yaşamdır. Çocuklarımızı hasta eden, toprağımızı çoraklaştıran, derelerimizi kurutan işletmelere mecbur değiliz.
Çözüm yolları da bellidir:
• Altın ve kömür yerine güneşin, rüzgârın ve suyun enerjisinden yararlanmak,
• Doğayı koruyan kooperatifler ve çevreci işletmelerde iş alanları açmak,
• Devletin işçilere “ya ölüm ya işsizlik” dayatması yerine yeni iş garantisi sağlaması,
• Köylerimizi, yaylalarımızı, derelerimizi zehirleyen işletmelere karşı topyekûn durmak,
• Çocuklarımıza zehirli topraklar değil, temiz bir ülke bırakmak.
Ekmek mi, ölüm mü? Cevap aslında çok basit: Biz yaşamı savunan ekmekten yanayız. Çünkü biliyoruz ki, altın burada kalmaz ama zehri kalır.