Artık gecenin ayak sesleri geliyor. Sevil Piriyeva ve babası Allahverdi Piriyev muallim
geçici ikamet ettiğim eve teşrif ediyorlar. Sevil Hanım’ın yaptığı çayı yudumlarken
yayınlanmak üzere hazır olan Türk Dünyası ve Ata Yurdum Ahıska kitabının içeriğini
dinliyorum. Her şeye hazırım. Biliyorum, gündüz bir türlü bırakamadığım gözyaşlarım
sabırsızlanıyor. Sevil Hanım ayrıldıktan sonra yatağımı Allahverdi Muallim’e veriyor,
kanepeye uzanıyorum. Işıkları söndürüyorum. Nefes alışverişlerimizi dinliyorum.
Gözlerim kapalı. Dinlemeye hazırım. Allahverdi muallim başlıyor.
Dokuz yaşındaydım. Türkiye’nin doğu sınırına çok yakın bir bölgede yaşıyorduk.
köy ve şehirleri olan bölgenin adı Ahıska. Kalabalık bir hanemiz vardı. Toprakta çalıyor,
geçimimizi sağlıyorduk. Ben hayvanları otlatıyordum. Mutluyduk. Köyümüzde yaşamaktan başka
kimseden bir şey istemiyorduk.
Bir gece yarısı Rus askerleri köyü sardılar ve evlerde arama tarama yaptılar. Herkesi köy
ortasında toplayıp, köyü terk edeceğimizi söylediler. Evlerimizden hiçbir şey alamadan köyden
ayırdılar. Sonra trene bindirdiler, nereye gittiğimizi bilmeden günlerce yol aldık. Mevsim kış idi.
Demir vagonlarda soğuktan donuyorduk. Vagonda tuvalet yoktu. Küçücük vagon insan doluydu.
Yaşlılar, gençler, gelinler, çocuklar vardı. İhtiyacımızı aynı vagona yapıyor, herkes sırtını
dönüyordu. Sonra atam bir baltayla vagonun demirini kesip tuvalet ihtiyacı için delik açtı. Açtı ama
bu sefer vagon buz tuttu. Hepimiz titremeye başladık. Vagondan soğuğa dayanamayanlar ölmeye
başladılar. Askerler içeri girip ölüleri pencereden dışarı atıyorlardı. Hepimiz çok korkuyorduk.
Saatlere sığmayan ve ifade etmeye yetersiz kalan kelimeler. Zamanın varlığından
bîhaberim. Uzandığım kanepede iki büklüm yatıyorum. Bir devre mühür vuran Ahıska
Türklerinin sürgün hikayesini dinliyorum. Ya da dinlediğimi sanıyorum. Günün derinliğinde,
tarihin eteğinde ne kadar yaş varsa, bu akşam okuduklarımla dinlediklerimi birleştiriyor
hepsini gözlerime havale ediyorum.
Ahıska’nın aksakalı anlatıyor, ben ağlıyorum.
Sonunda bizim aile Sibirya’ya ulaştı. Sonra Kazakistan’a geldik. Şu anda iki kızım üç
oğlum Kazakistan’da yaşıyor. Ruslar bir şeyin hesabını yapmadılar. Yapamadılar. Türk’ü
tanımadıkları için yaptıklarının bir tarafı daima açık kaldı.
Bizi burada yaşayacaksınız diye kış ortasında trenden attıklarında yiyecek ve giyecek
olarak hiçbir şey vermediler. İstediler ki açlıktan veya soğuktan ölelim. Birçoğumuz yolda öldü.
Kalanlarımızı bıraktıkları yerlerde Kazak, Türkmen, Özbek Türk kardeşlerimiz yaşıyordu. Sürgün
coğrafyasının her köşesinde bize gizli gizli yemek verdiler. Elbise verdiler. Yerleşene ve
düzenimizi kurana kadar yardım etiler.
Gözyaşlarımın sınırlarını ihlal ettiği anlardayım. Vakit gecenin neresindedir, ben ne
zaman uyudum. Aksakalım ne kadar anlattı bilmiyorum. Uyandığımda, yatağı düzeltmiş
oturuyordu. Uyandığımı görünce gülümsedi.
Geceyi hiç konuşmadık. Konuşamadık. Biliyorum ki hiç uyumadı. Uyuduysa da birkaç
saat… Yetmiş altı yaşın onca yükünü bir geceye saldı. Hepsini bir geceye sığdırmak istedi.
Kahvaltı için evden çıkarken koluma girip;
Yaz oğul, bunları yaz. Bunları Türkiye’de yaşayan Türk gardaşlarımız bilsinler. dedi.
Türk dünyasının parlayan yıldızı Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir aksakalla
yürüyorum. Oğlum, Oğuzhan’a yazdığı şiiri ve uçak bagaj kontrollerinde beni sıkıntıya
sokacağından habersiz hediyeyi uzatıyor. Bir zamanlar oturduğum mahallemdeki Bakü tren
garından Haçmaz’a uğurladığım aksakalın ellerinden öpüyor ve hayır duasını alıyorum.
Yazacağım. Hepsini yazacağım. Hayatını anlatacağın kaseti de dinleyip yüreğini yüreğimle
Bakü’de doyamadığım taze bir güne daha başlıyorum.
Gün öğleye yol alıyor,
Ben Şehitlik Camisi’ne…
16 Ağustos 2003 / Bakü