Amasya İtimat

360 Ahmet ÖZALP

 Muhammed Ali demiş ki:
“Bir hayatımız var, yakında mazide kalacak.
Yalnızca, Allah için yaptıklarımız sonsuza kadar yaşayacak!”
Vara yoğa konuşma sus der gibi!
Hey gidi!
Köyden ilk kez ayrılmıştım. Henüz on iki yaşındaydım. Şehirde kimseyi tanımıyordum. Babam beni bu nedenden ötürü olmalı ki Mahmut emmiye emanet etmişti. Ortaokula kayıt olmamı Eylül sıcağında buñalmamı babama diyemezdim. O nereye giderse ben de peşinden oraya buraya gidiyordum. Zaten içine kapanık biriydim. Niçin okula yazıldığımı dahi bilmiyordum. Memur mu olacaktım, amir mi? Bu konuda asla bilgi sahibi değildim.
Okul Eylül ayının on beşinci günü açıldı veya üçüncü haftasının başında. Aklımda öyle kaldı. Toplandık ve okul müdürünün talimatıyla bazı merasim ödevlerini yerine getirdik. İstersen getirme! Sonra isim isim yeni kayıt olanları okumaya başladılar. Önce A şubesi sonra B şubesi gibi veya karışık ama şube adı belirtilerek. Okuyan müdür yardımcılarından birinin adı aklımda fakat burada yazmasam iyi olur. Ahmet’im arkadaşları numaralarıyla şiir gibi ezberden biliyordu. Yan yana gelince numaralarıyla birlikte B şubesini saymaya başlardı. İşlerini güçlerini bilirdi kimisinin. Nerede ne yaptıklarını hangi şehirde, hangi ülkede falan. Mesela 310- Muammer, 312- Ahmet, 321- Hidayet, 324- Mustafa, 354 – Saffet, 355 – Müsellim, 356 – Enver, 361- Şükrü, 363- Hasan, 370- Burhan diye peşpeşe sayardı.
Ahmet Özkan hoca, okul kütüklerini alfabetik sırayla internete kaydetmiş. Sağ olsun. Gördüm ki bizim numaraları başka talebelere de vermişler. Keşke öğrenci numaraları belli bir süreden sonra, en az on dönem geçtikten sonra başa dönülerek yinelenebilseydi; öyle olmasını dilerdim.
1983 yılının On Dokuz Mayıs günü ertesinde hepimiz yedi yılın sonunda okuldan ayrıldık. Belki çoğumuzun yolu bir daha okula düşmedi. Hatırlıyorum; fesat birisinin işimi yıktığını en yakınımın öğrendiği ve bana da çıtlattığı Ankara’da girdiğim sınav nedeniyle lise diplomamdan örnek istedikleri için bir kere daha uğramıştım. Benimle kimse ilgilenmedi; kimseden işim dışında harici bir ilgi de beklemiyordum. Hatta aynı müdür yardımcıları aynı görevdeydi. Sadece Matematik hocam Hasan Uluşan beni gördü ve ne için geldiğimi sordu. Oturduk, konuştuk. Belgeyi imzalayıp verdiler. Şimdi okulu yıkmışlar. Ahmet’le berabersem eğer, Taşova’da ve müsaitsek her defasında derdi ki: “Enver, gel okulun önünden geçelim.” Benim de canıma minnet! Arabayı o sürüyorsa veya onun arabasındaysak laflamaya başlardı ve enüğünü cücüğünü hatırlar ve heyecanla anlatırdı. Ben sürüyorsam; “yavaşla da konuşalım” derdi. Evinin bulunduğu Tepe Mahallesi’nin batı yakasından o günlerde tam da araba sürüşüne uygun olmayan yoldan aşağı Yemişen Mahallesi’ne inerdik. Samsun Caddesi’nden nereye gideceksek yola koyulurduk. Bu esnada oradan buradan, okuldan ve yaylalardan, her yerden, her şeyden laflardık. Bu dediğim zamanlarda çocuklar küçüktü. Ahmet’im pek konuşkan değildi ama nasılsa işte bazan açılırdı. Berrak su gibi akardı…
Bu “Ahmet’im” sözcüğü ise, sanırım Türkçe kitabımızda, elinde silahla nöbette duran bir askerin timsal bulunduğu bir şiirin başlığıydı. Ona otuz beş yaşımıza kadar falan “Ahmet’im” diye hitap ederdim. Adetimdir; yakın ve candan arkadaşlarıma “bey” veya “hanım” sıfatını ilave ederek hitap etmeyi sevmem. İsterse makamı “vali” olsun. Kişilik olarak ilk günden son güne ne kaldığını da kontrol ederim. Sevgili Metin Eraslan aradığında; selam sabahtan sonra “gardaş” diye başlar. Davudi sesine o kadar yakışır ki! Bugün de aradı. Kayıtlı kayıtsız birkaç telefon daha var baktım. Hemen Metin’e döndüm. Ne yalan söyleyeyim, korktum. İçimden “bir kara haber var” sezgisi bulanık hark suyu gibi ılık ılık aktı. Divane gönlümün dibine çöreklendi, sanki lığ yaptı. Lafa girdi; “Başımız sağ olsun” dedi. “Ne oldu olmadı” diye kekeledim. “Gardaş” dedi, “Ahmet’i kaybettik!” “Yürâamde” diyordu Neşet Ertaş ya işte öyle; yüreğimde Makmarardı çam çırasına sarmış ateşe benzer bir yangın dumanlanmaya başladı. Metin telefonu kapattı. Yerimden kalkamadım. Zaten ezelden beri gönülden yaralıyım!
Yakın geçmişte berber 310 -Muammer Yıldırım da bu dünyadan göçtü. Valideyi köye bırakmaya gidince dükkanına baktım baktım. Rahatsızdı Ahmet, görüşemedik, bu konuları tekrar konuşamadık. Babamın ölümünden dolayı üstümde duran “artçı sarsıntı” beni yoklar ara ara. Rahmetlik Goca dedem gibi böyle durumlarda öyle sarsılırım ki kendimden dahi kaçarım. Kimseyle paylaşmam. Yaşımın bu raddesinde zaten geçmişimle yaşarken kime ne diyebilirim ki…
Bazan Taşova’nın başındaki ormanlık sahaya fidan diktiğimiz günlerden laflardık. Oraya Bağatamı diyorlar. Bizim Beden Eğitimi Öğretmeni Mehmet K. Boğadamı derdi. Aşağıda ırmağın kıyısında Taşovaspor tesisleri vardı; galiba sonradan da Tekel depoları inşa edilmişti. Sıkı zamanlarda haber gelirdi; fidan dikmeye gidilecek diye de yaygara çıkardı. Görevimiz ırmaktan yukarıya, fidanlık alana su taşımaktı. Yaşımız icabı olsa gerek ki hem bir taraftan eğlenirdik; hem de bir yandan izinli olsak dahi kendimizce dersleri asardık. Her bir fidan dikildikten sonra dibine can suyu koyuyorduk. Kimimiz de oradaki yetkililerin izniyle tarif edildiği şekilde, usulüne uygun açılmış çukurlara fidan dikiyorduk. Elbette kovalarla yokuş yukarı su taşımaktan daha kolaydı. Yıllar var ki oralara gitmedim. Ömrümüz veya adına ömür dedikleri süre, bir iki kere veriyor belki de imkanı; üçüncü kere deneme fırsatı olmuyor.
Koca ömür bakınca…
Ve müsveddesi yok!
Destek köyünün bildiği adıyla Seyitahmet’le sohbete kaldığım yerden yine devam edebilirim. Beynim bugün sadece onunla meşgul oluyor. Fakat ne bir adım ilerisi var ne de bir adım gerisi; soruttu bekliyor. Bugün Destek kasabasında ebedi istirahatgâhına tevdi edilecek. Oraya gidip de gelen yok. Ahiret âleminin kapısından içeri girdi. Gerçeğin kendisiyle tanıştı. Rahmet olsun.
Enver Seyhan
05 Haziran 2024

Yorum Ekle