Hulusi Durupınar-Eğitimci Yazar
Kıymetli okur; Habererbaa gazetesinde yayımlanan bugünkü yazımız bir alıntıdır. Yazının adı “BİR YURT KÖŞESİ: ERBAA” , Namık Gürkan’a ait bir metin. 1950’li yıllarda Turhal’da faaliyet gösteren, Çarşamba günleri haftalık olarak yayımlanan Ondört Mayıs adlı gazetede yer almıştır. Ondört Mayıs gazetesinin 26 Temmuz 1950 ve 6 Eylül 1950 tarihli iki orijinal baskısını Tokat Yazarlar ve Şairler Derneği Başkanı kıymetli araştırmacı hocam Hasan Akar Bey bir ay kadar önce bana hediye etmişti. Erbaa ile ilgili böylesine mühim bir belge hediyesi için kendisine şükranlarımı sunuyor ve çok teşekkür ediyorum. Şu an okuyacağınız yazı 26Temmuz 1950 tarihlidir. Namık Gürkan Bey kimdir? hakkında bir bilgi elde edemedim. Gıyabında Erbaa’mızla ilgili bu güzel yazısı için kendisine tüm Erbaalılar adına teşekkürler ediyorum. Yaşadığı depremler sebebiyle yeri değişen, sonrasında bağrından Taşova adlı bir ilçe çıkaran yetmiş üç yıl öncesinin boynu bükük Erbaa’sına hüzünlü, nostaljik bir yolculuk için bu yazıyı sizlerle paylaşmamak olmazdı. Buyurun efendim:
BİR YURT KÖŞESİ: ERBAA
Beş yıl gibi bir ayrılıktan sonra Erbaa’ya Ladik yolundan girmek nasip oldu. Arabada çarığı partal, mintanı yırtık birkaç köylü ile gurbetten izne gelen iki asker vardı. Güneş Ladik Yaylası’nın dağınık obaları arkasında kayıp olurken ılık bir rüzgârla dalgalanan yeşil denizde karanlıklar gecenin ızdırabını örtüyordu. Arabadaki bir hemşehrimin:
“Erbaa’nın düzü bir sürü koyun Kefenimi biçip suyumu koyun.”
dertli gazeli bana gurbete geçirdiğim o acı günleri hatırlatıyordu. Destek Boğazı’nı işte böyle bir akşamda geçtik . Tepeyi aşınca titreyen ışıklarıyla Erbaa sanki bir sarhoş neş’esiyle eğleniyordu. Fakat yaklaştıkça onda gecede derdini saklayan bir insan ruhunun mevcut olduğu anladım. Arabamız kerpiç kokulu evler arasından geçip bir kahvenin önünde durdu. Saat gecenin onu… Tam yatsı namazıydı…
Tütün kokulu bir bahar sabahı… Yürüyün dostlar! Yeni Erbaa’nın sırtını dayadığı tepeden eski ve yeni kasabanın panoramasını beraberce seyredelim.
Sağ yeşil , sol yeşil… Dağ taş yeşil… Yalnız şehirde bağrına bastığı birkaç köy damlı köy evleriyle, mor renkli Karınca dağları bu cömert yeşilliğe menekşeden bir sınır çiziyor. Kelkit ise bu renklerin en tazesi içinde hayırsızca akıyor. Nehrin solunda, bu yeşilliklerin son gürbüzlüğe erdiği yerde, ızdırabı yeşil tüllerle donanmış eski Erbaa sesiz sedasız uyukluyor. Buradan cenuba doğru tozlu bir yolun sonunda, koyun sürüleri gibi beyaz evleriyle tepeye tırmanan yeni Erbaa, testisi omuzunda taze bir gelini andırıyor. Öyle bir gelin ki bir adım atsa testisini Kelkit’ten dolduracak. Her ev bir bahçe içinde, hepsi de birer katlı… Baharın kucağında oynaşıyor. Şehrin ortasında arkasını genç bir parka dayamış hükümet konağı bu sürünün heybetli bir çobanı gibi etrafı seyre dalmış . Onun yanı başında Erbaalının yuvasını kurmadan önce kurduğu, küçük camiinin beyaz minaresinden şimdi ilahi bir ses bu belde eteğinin yaydığı tütün tarlalarının yeşeren fidanları arasında eriyor. Geniş düz caddeleri, şehir kulübü ve temiz dükkânlarıyla yeni Erbaa insana Anadolu’nun en modern bir kasabası hissini veriyor. Hal, Atatürk Bulvarı, Moda gezisi… Genç bir beldeye yakışan en güzel isimler… Kızılay biraz tuğla biraz kereste göndermiş; yarası yolda, yarısı ellerde erimiş, yarısını da Erbaalıya vermişler, O da alın teriyle harç yapıp bu güzel diyarı meydana getirmiş .
Şimdi eski Erbaa’ya, dertli bir beldenin hazin şarkılarını ruhumuzda duyacağımız şehre, inelim. Enkazlar… Sakinlerine mezar olan enkazlar ve depremi bu hicranlı bakiyeleri üzerinde maziden birkaç hatıra artığı… İşte Çallık Mahallesi… Doğup büyüdüğüm mahalle ve onun güzelim deresi… Ne kadar solmuş ve azalmış. Kim bilir belki o da kendini şehrin derdine vere vere bu hale geldi. Dere boyunca uzanan yeşillikler… Bunlar da olmasa insan Erbaa’yı dertsiz bir belde sanacak.
Fakat ahali… Bu hatıra ve ondan fırlayan kızıl bir lav bu yeşile siyah bir tül örtüyor. Hatırlıyorum ölmüş yavrusunu bağrına basıp hıçkıran anaları!.. Hatırlıyorum kağnı arabalarıyla kabre taşınan ölüleri!.. Hatırlıyorum nihayet enkaz yığınlarından cansız çıkardığım anamı!.. Her hatıra artığında eskinin bir göz yaşı saklı. Bir zamanlar coşkun hafız seslerinin inlettiği Çallık Camii’nin parçalanmış kubbesinden şimdi eski sanatın çizdiği birkaç resim ve duvarlara sinmiş ayetler okunuyor. Tarihi çınarların süslediği çarşı, mazinin acı hatıralarıyla boynu bükük edalı edalı düşünüyor. Aşağı, yukarı, yeni mahalleler… Hepsinde dert avuç avuç… Gülmek onlara yakışmıyor.
Erbaa çilenin yuvasıdır. 1939-1942-1943, Erbaa’nın alnına yazılmış kara tarihler ve yaranın üzerine açılan yaralardır. Sakinlerinin birini göz yaşıyla sildi, diğerini kalbine işledi. Onun için artık her göz yaşlı her bağır yanıktır. Tanrı sanki çileyi onun için yarattı. Biri çektirdi, diğeri çekti.
Tütün buranın en başta gelen mahsulüdür. İki tarlaya sahip olan Erbaalı, birine tütün diğerine hububat eker. Birinden ekmeğini , diğerinden aşını çıkarır. Meşhur Taşova tütünleri Erbaalının ince sanatından, Erbaa’nın nazlı toprağından doğar. Hele o yeşil gözlü tütüncü kızları… Yatsı olup kahveler dağılırken tütüncü kızları ellerinde fenerler, tütün tarlalarına akıp giderler. Gecelerin sessizliği onların yanık gazelleri ve aşk manileri ile yırtılır. Ben her şeyden çok onlara gönül verdim.
Erbaa altında uzanan yeşilliğe rağmen zaman zaman açlık çekti. Çünkü en verimli köylerini Taşova diye bir kaza kurup ona verdiler. Böylelikle oğlunu anasından ayırdılar. İkisi de bedbaht ve dertli kaldılar. Taşova’ya gittiğimde onun da tütün bacalarından garip ve yalnızlığını hissettim.
Erbaa’nın etrafı yaylalarla çevrilmiştir. Canbolat, Hacıali… Kevser gibi suları, çam kokuları ile ruha ferahlık; insana sağlamlık verir. Hele Boraboy Gölü… Dağlar arasına sıkışmış, Anadolu’nun nadir güzelliklerindendir.
Erbaa, çökmüş bir mazi üstünden şanlı bir istiklale bakıyor. Bu istiklal ya Kelkit’ten doğacak yahut tütün tarlalarının bağrında ötecek trenin düdüğünden işitilecek. Dertli memleketim ve dertli hemşehrim! Bu en büyük hakkın sana verilmelidir.
Namık GÜRKAN