Ne varsa bu İstanbul’da. Çocukluğumda bir sevdadır İstanbul gitti; İstanbul’a gitmek ne kadarda önemliydi.. İstanbul’dan gelenler; köye dönünce sanki Almanya’dan gelenler gibi tatlı tatlı anlatırlardı. Biz de merak ederdik, Herkes İstanbul’da gezer tozarmış biz de Faravga’da Kömüş güder, köy harkı işlerdik köylülerimizle beraber.
O zamanlar bu kadar değildi İstanbul’a giden, Çoğumuz köyde yaşardık, yerimiz kalacak yerimiz olmadığı için kadere boyun bükerdik. Oldu bir gaza geldik, Biz de gittik İstanbul’a, gidiş o gidiş. Bir daha dön memlekete dönebilirsen. İstanbul’a gittik, Askerlik için vatan borcu derken memlekete döndük, ama köy ve gelecek korkusu boğazımızı sıktı sanki. İş, aş, eş, geçim derdi, rızık korkusu. Bilmez miydik ki acaba, rızkı Allah verir. Köyde kalanlar zarar etti, Biz kar ettik sandık. Tabi biz rızık peşinde koşarken benim yolum Ankara’ya düştü, kimimizin yolu İstanbul’a, kimisi İzmir’e, kimisi Kocaeli, düştü, dağıldık Türkiye’ye.
Gurbete çıktık ya, kimimiz işçi, kimimiz memur, kimimizin kendi işi veya iş yeri, bir şey olduk ya, olduk ya sanki kendimizi kurtardık, gurbet elleri vatan edindik. Seneler birbirini kovaladı. Yeni nesiller doğdu, çocuklarımız da bizimle kaderimizi paylaştı. Peşimizde dolandı durdular beton yığınlarının arasında, senede 20 gün senelik izinlerimizde gördüler, köyü, babaanneyi, dedeyi, dede-torun arasındaki manevi bağları, dere kenarında balık tutmayı, elmanın ağacına çıkmayı, tozlu yollarda üstünü başını kirletmeyi.
Şimdi diyorlar neymiş efendim doğduğun yer değil, doyduğun yer. Olmuyor be usta, mesele o değilmiş, bu anlatılanlar da boşmuş, mutluluk ve yaşamanın gerekli olduğu yer mutlu olduğun, derdinin tasanın olmadığı, doğup büyüdüğün, çocukluğunun geçtiği, yerler önemliymiş, Mutlu olduğun yer önemliymiş, değerliymiş. Şimdi bir kör çark devam ediyor, Bizim bıraktığımız yerden evlatlarımız başladı. Biz köye koşarken onlar şehrin süslü ışıklarına koşuyorlar. Hani kelebekler köyde ışığın olduğu yere koşarlar, ışığın ateşi onları yakar, öldüklerinde anlarlar; Işık diye koştukları, etrafında pervane oldukları o süslü ışıklar, onların sonu oluyormuş. Şimdi gelelim bir anıma; Başımdan yaşadığım, çocukluğumda beraber büyüğüm emmimin oğlu Ali biz hayata atılıp gurbete çıkınca o köyde kaldı. İlçemize dükkanlar açtı, ticarete atıldı, işleri iyi de gidiyordu. İlçemiz hem köye yakındı, hem de şehirdi. Bir süre çalıştıktan sonra işleri büyütmek istedi. Oda İstanbul’ un koşturmacasına kapıldı. Her sene olduğu gibi ben yine evlatlarımı topladım, doğru köy, kaçırdığımız güzellikleri yakalamaya çalışırken birde emmoğlum Ali köye geldi eşiyle, Minibüsü vardı, köye yerleşecekti. Benim gibi ellili yaşlarda sıra ancak köye dönmeye gelmişti. Köydeki baba yadigarı evlerini tamir ettirip huzurlu bir yaşam sürecekti. Hastaydı, tedavi görüyordu. Köydeki bizim evin önünde oturduk, hal hatırdan sonra, dertleştik, konu konuyu açtı. Dedi ki, “Emmoğlu, ben buradan giderken bıraktığım arkadaşlarım, esnaf dostlarım aynı duruyor, ben çökmüşüm. İstanbul’a gittim, evler, daireler aldım ama sağlığımı kaybetmişim şimdi anladım” dedi. Öyle deme, üzülme dedim, sende iyisin, sağlığına kavuşacaksın, seninle komşuculuk oynayacağız buralarda dedim. Ertesi gün hastalandı, İstanbul’a götürdüler. Hastanelere koşturdu, 2 ay geçmedi ki emmoğlumdan kötü haberi aldık, vefat etmişti. Üzüldük tabi, cennet mekanı olsun. Tabi ki insanın ömrünü rabbim belirler kadere ve şerre inanırız. Köye dönme özlemleriyle yaşıyoruz. Amma ömrümüz vefa edecek mi? Geride kaç yılımız kaldı ömürden, kaç yaz göreceğiz, kaç baharın gelişini izleyeceğiz, sarı erikleri, harman armutları, çördükleri, bıldırcınları yiyebilecek miyiz? Bilinmez. Gün bu gün, an bu an, gelecek gelmedi, geçmiş geride kaldı. Şimdi diyorlar ki an itibariyle şuradayım, buradayım, bir selfi yapayım, derken aslında en büyük selfi, yaşadığımızı sandığımızı, başkalarıyla an itibariyle resimlerimizi paylaşırken, köyün ve çocukluğumuzu ve diğer farklı güzel yerlerin havasını taaa ciğerlerimize çekip, güzellikleri damarlarımıza kadar hissetmek gerek.