Yılmaz Sergen
Türk milleti üzerinde yaşadığı vatanın her karış toprağını kanlarıyla sulayarak vatan yapmıştır. Mustafa Kemal “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” İfadesiyle hürriyetin yolunu göstermiştir.
Atalarımız bizlerin bu topraklarda rahat, hür yaşaması için kanlarıyla, canlarıyla bedel ödemiştir. İmkansızlıklar içerisinde ödenen bu bedeli, kurtuluş mücadelesinin hangi şartlarda nasıl kazanıldığını ne kadarını biliyoruz.
Sömürgeciliğin hiç vazgeçmediği “bir kediyle dövüşmek için bir kedi bul” anlayışı yüzyıllarca denenmiş denenmeye de devam edilmektedir. En güvenilir yol olarak düşünülmüş olmalı ki kurtuluş savaşında acımasız bir şekilde uygulanmıştır. Mandacılık, işgalcilerle iş birliği, kurtuluş mücadelesine karşı saldırılar.
İşgalciler Anadolu topraklarını işgal ederek en acımasız şekilde yakıp yıkarak önlerine çıkan bütün canlıları hareket eden her şeyi öldürüyorlardı. Türklere barbar diyenler barbarlığın ölçülerini çok aşmışlardı.
İşgal edilen vatanımızı kurtarmak için can verenlerin kadrini kıymetini bilmek, üzerinde oturduğumuz toprakların kutsallığını anlayabilmek;
sahip çıkmakla olur.
İşgal edilmiş vatan toprağında, düşman çizmeleri altında mezalimi yaşamış bu milletin çektiklerini, kurtuluş savaşında yokluk içerisinde topyekun yapılan şanlı direniş ve zaferi; Mustafa Kemal Atatürk’ün kelimelere sığmayan mücadelesinden bihaber olanların vatanseverliği, milliyetçiliği vatan sevdasını anlaması mümkün değildir.
Çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras, bu şanlı mücadeleyi okutarak vatanın ne demek olduğunu öğretmek olmalıdır.
Samet Ağaoğlu Kızılkaya köyünde yaşadıklarını şöyle anlatır: “Türk tarihinin yüz yıllarını taşıyan ve Anadolu mücadelesinin en değerli unsuru olan kağnıyla yola çıktık. Bir kız çocuğuna soruyorum kızım adın nedir ‘Ayşe’. Baban varmı? Babam Çanakkale’de şehit oldu. Kim bakıyor sana? Annem şimdi tarlaya gitti ekin zamanı. Bir diğeri Durmuş baban var mı? Yok, efendim İnönü’de şehit oldu. Çevremizi saran on altı çocuk hepsinin babası şehit olmuştu.
O sırada yaşlı bir anne yaklaşır,
-Ordudan ne haber?
-Ordu çelik gibi anne
-Evladın var mı anne?
-Dört oğlum var üçü şehit biri orduda.
-İnşallah gazi olur döner mutlu olursun.
-Ben oğlumu düşünmüyorum evladım çocukları göstererek bu yetimleri bu vatanı düşünüyorum. Allah bunları gavur ayakları altında çiğnetmesin.
Ordunun yiyecek ve giyecek gereksinimleri en alt düzeydeydi. Askerin yüzde yirmi ayağı tümüyle çıplak, bir oka darının bir ayağında eski bir ayakkabı öbür ayağında çarık bulunuyordu.
Ankara’da durum farklı değildi. Birinci meclisin üyeleri yemeklerini kendileri yapıyor, çamaşırlarını kendileri yıkıyorlardı. Herhangi bir maaş almıyorlardı. Sonra ailelerine para gönderebilmeleri için bir miktar ödeme yapılmıştı.
Bakanlıklarda masa yoktu. Memurlar yazılarını gaz sandıklarının üzerinde yazıyorlardı.
Yabancılardan oluşan bir heyet meclisi ziyarete geldiğinde giyecekleri takım elbise olmadığı için topluca görüşme yapılamamıştı. Sadece MEB bakanı Hamdullah Suphi’de bulunan uygun kıyafet sırayla giyilerek günaşırı görüşme yapılabilmiştir.
Mustafa Kemal Ankara’nın yoksulluğuna uygun, yalın bir halk hayatı yaşıyordu. Sade, temiz bir avcı ceketi, eskidikçe onarılan siyah çizmeler giyiyordu. Kurtuluş savaşı boyunca tek bir paltosu vardı. Aralığın ayazında Ankara’ya o paltoyla gelmiş, 1921 de İnönü kışında cepheye o paltoyla gitmişti. Ankara’nın üç kışında Büyük millet meclis balkonunda çıktığında gene o vefalı paltoyu giydi.
Birinci mecliste görev alan milletvekilleri önemli bir bölümü gerçekten aday olmadı, yaşadıkları yere geri döndüler. Kendilerine ne bir ayrıcalık ne de devlet görevi istediler. Başka gelirler olmadığı için almak zorunda kaldıkları milletvekili maaşlarını devlete geri vermek isteyenler bile vardı. Hoca İbrahim Efendi mecliste görevi sona erince köyüne döndü. Çocuklarına aldığı milletvekili maaşlarını geri ödemeleri için vasiyet etti.
Çocuklarım adına bir ahtım var. Büyüsünler adam olsunlar, son santime kadar hesabımı çıkarıp şu fakir milletten mebus maaşı diye aldığım paraları devlet hazinesine geri versinler. Böylece bizimde bir hizmetimiz geçmişse bari hak yolunda hizmet sayılsın.
Mustafa Kemal’in kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı. Tedavi için gittiği Ankara’da hekimler kesin olarak yatması gerektiğini söylediler. Çalışmayı sürdürürseniz yaşamınız tehlikeye girer diyorlardı. O savaş bitsin o zaman iyileşirim diyerek yanındakilerle şakalaşıyor önerileri umursamıyordu. Savaş boyunca hep süregelen böbrek rahatsızlığı depreşmiş ona acı veriyor, güçlükle yürüyebiliyordu. Çoğu kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu. Yirmi dört saat sonra cepheye geri döndü. Savaşı bir trenden sökülen yolcu koltuğunu kullanarak kırık göğüs kemiği depreşen böbrek ağrılarıyla yönetti.”
Bu vatan kolay kazanılmamıştır. Bulunduğumuz noktaya Mustafa Kemalin önderliğinde Türk milletinin kanlarıyla, gözyaşlarıyla imkansızlıklar içerisinde gelinmiştir.
Alıntı yaptığım Metin Aydoğan tarafından yazılmış Adanmış bir yaşam Mustafa Kemal ve kurtuluş savaşı kitabı bu olağanüstü mücadeleyi ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
Ağır kış şartlarında: sırtında çocuğuyla cepheye kağnısıyla mermi taşıyan şerife bacı cephaneler ıslanmasın diye kendi üstündeki örtüyü cephaneye ve çocuğunun üzerine örtmüş. Yalın ayak, kış şartlarına uygun olmayan giysiyle çocuğuna sımsıkı sarılmış bir vaziyette yirmi bir yaşında donarak şehit olmuştur.
Yıkılmışlığın, işgalin, vatansızlığın Anadolu’da yarattığı travmayı ve destansı kurtuluşun mücadelesi bilmeden yüreğinde hissetmeden vatansever, milliyetçi olmak lafügüzaf.
Bizlere emanet edilen bu güzel vatanı, çocuklarımıza, torunlarımıza daha iyi şartlarda teslim etmek gibi bir zorunluluğumuz olmalıdır.