Sonra işte bugün, iş ve işlemler ilerleyince, sayın sert mizaçlı kadın memurun keyfi erince; “şu kadar dolar istiyorum” tarzında gevrek kelamına muhatap oldum.
Dolar!
Bu da ne ki?
Gülümsedim, henüz salondan çıkmamıştım, camdan yedi kat aşağı yolu gözledim, izledim, seyrettim; tekrarladım: “Dolar!” Bizim Sarığız’ın boynundaki yularla eşdeş bir takım şeyler, beynimden kalbime, kalbimden kaburgama, mideme, sol kulağıma, bütün azalarıma, arızalı bir hal ve durum vücut iklimimde, sıcak ve hatta kaynar su misali yaka yıka dolandı durdu. Sarığız da, canım şu çobanı olduğum, yaylada güttüğüm, babaannemin her birine bir ad taktığı ineklerden biri; gönü sarı olanı. Alnında doğuştan beyaz damga da vardı ki, bu damgadan dolayı biz hayvana ‘parlak’ dahi derdik.
Neyse!
Emir ve talimat alındı ya, emir tekrarı edesim gelerek, sevinerek caddeye indim. Bir yandan da 500 dolar almanın yolunu bilmediğimden dolayı önce bir bakkaliyeye girdim. “500 kilo dondurma ver, 500 dolar vereceğim, çabuk olursan sevinirim” diye de söylendim.
Bakkalcı gülsün mü, ölsün mü?
Durdu, baktı, belli ki içinden çok şey geçirdi:
“Bu çoban da kim şimdi” dedi, kesin. Hatta, sinkafın biri bin para belki de. Zira, gözlerindeki ifade az buz değil, korktum, kapıdan kendimi hariciye yokuşuna gönderip ardımdan geliyor mu diye de sık sık dönüp arkama bakmaya, karışık düşüncelere gark olmaya, yol boyunca bulanık bir sel gibi akmaya başladım.
Şükür ki kurtuldum!
Aklıma bir şey gelmiyor, cebimde dolar yok. Cüzdanıma, cebime baktım, param da yok.
Ne olacak? Para lazım. Hesabımın olduğu bankalardan birdenbire buz gibi soğudum, gözlerime emir verdim, onları görünce “kör olun” dedim. Öte taraftan da içimden oturup ağlamak geçiyor; İstanbul’un bu özel, bu aşina, bu seçkin, bu mâmur semtinde ve semtin, semt kadar meşhur caddesinde ağlayamazdım, kusura bakılmasın, erkekliği madara edemezdim. Ben “Sırp eti miyim” mundarca müslüman mahallesinde kasapta satılayım?
Kasap sözü geçince beynim çalıştı. Hemen yan yana diňelmiş, biri burma bıyıklı, boyluca, beni gözleyen dört gözün ablukasına alındığımı fark ettim. Oh! Güzel! Dükkanlardan anladım ki biri kasap ve diğeri manav. Bunlarda vardır “dolar” dedim ve göz hapsinden de kurtulduğumu düşünerek, perişan, mahçup, garip halime sevimlilik katarak, hem utanarak hem de boş vererek, yılışa yılışa yanaştım; birkaç metreden hem başımla, hem bedenimle, hem de dilimle selamladım. Kara olanı selamı başıyla aldı, diğeri ardı dönüktü, söz ile mukabele etti. Sonra: “Dayı kimsin, nesin, ne arıyorsun?” Dedi.
“Dayı mı? Yahu senin tevellüt kaç? Benden aşağı değilsin.” Dedim.
“Tevellüt ne, anlamadım ki?”
“Neyse, boş ver, dolar bulunur mu sizde?”
Bu sefer öteki kara suratlı olan; “dayı burası döviz büfesi değil” dedi; bende takılı duran jeton küt diye başımın tam ortasına düştü. Düşüş ki ne düşüş! Başım döndü, hevesim söndü, nefesim daraldı, kursağım ekşidi, dünyam karardı, çehrem morardı! Bana kolonya falan döktüler, silkelediler, iki koldan ırgaladılar. Göz kontrolü yaptılar; birisi kalın sesiyle, “abim göz doktoru, bende ondan öğrendim, anlarım biraz” dedi. Ters ters baktım; “dayı sen niye kasaplık yapıyorsun, kapat ve doktor muayenehanesi aç” deyiverdim. Kahkahayı patlattı ve “biz de olduk dayı” diye bağırmaya başladı.
“Dayı ile kalsan iyi.”
“Ya!”
“Ötesini manav söyler.”
Doğru döviz büfesine koştum. İki kıravatlı, takım elbiseli, bıyıksız adam ayakta, reklam panosunda doların alış satış fiyatı mel’un dolar gibi sürekli kırmızı kırmızı akıyor, cep yakıyor, insanın aklına türlü türlü şeyler takıyor, gözde gönülde şimşekler çakıyor. Düşünmeye imkanım ve zamanım yok. 500 lira çıkarıp “ nakit değiş tokuş yapmak istiyorum, bir nevi takas. Karşılığında 500 dolar verebilir misiniz?”
Adamlar bakışıyor, susuyor, sonra küçük olan, “buyrun efendim, yardımcı olayım” demeye koyuluyor. Fakat, benim hiç istifimi bozmadan, masum masum beklememden de kaygılanıyor olacak ki, “500 liraya şu kadar dolar verebilirim” diyor.
“Delikanlı, sen bilmezsin belki, bugünlerde dolarla lira “bir dolar eşittir bir lira olmalı” öyle söz verilmişti” diyorum. “Ekonomik göstergeler harika! Bakkal, kasap, market, manava da gittim, hakir gördüler, güldüler, beni döviz büfesine sürdüler.” Dişlerim görünecek şekilde gülüyorum, delikanlı da gülüyor.
Bu harikalar diyarında, laf ebeliğinin bana faydası olmayacağı gibi zararı dokunabilir, kör kurşuna hedef olabilirim, bir bilinmez yerde ölebilirim; ele güven olmaz.
500 dolar karşılığı Türk lirasını, hem de alkışlarla, sevinerek, ekonomimizle övünerek döviz büfesine bıraktım.
Hey gidi dünya!
“Dolar” olmasa ne yapardık?
Üstündeki resimler de bizden değil, bize benzemiyor. Tipsiz adamlar, “bana mecbursun” der gibi bakıyor. Ah ne güzel, ne güzel! Adam matbaayı kurmuş, akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar “dolar” basıyor, bastığı gibi dünyaya satıyor. Mecbur kalıyorsun, satın alıyorsun. Cebimdeki 500 lira çok yakın gelecekte ancak 100 dolara karşılık gelebilir; değeri daha da, daha da düşebilir! Oturup kara kara düşünmeye gerek yok; çorbayı lira ile yiyorum, pazara lira ile gidiyorum!
Bana ne!
Koşar adımlarla, şu ikrah ettiğim, sevmediğim, dolambaçlı, mahpushanemsi hanın kapısından istemeyerek de olsa içeri girdim. Başka başka iki ülkenin, bir diğer ülkenin parasıyla yaptığı alışverişi gönlüm razı olmayarak onayladım. Mecburum, işimi kayım kazığa bağladım.
Oturdum, düşündüm de düşündüm. Sonra kendime dedim ki: “Kim olurdan ol, ne yaparsan yap, cıvımayacaksın. Usturuplu olacaksın!”
Soru sormanın bile hesabı kitabı var bu ülkede; sorup başımı belaya sokmayayım. Çarşıda pazarda, okulda, caddede, raddede, maddede her şey yolunda, kala kala bir “dolar” sorun olarak kalmış geride. O da halledilince, bu mehlede yaşayanlar diyorlar ki: İstanbul’da hayat cennetle eşit olacakmış!
Mışmış!
Mışmış!
Çok severim de, ne diyeyim, nasıl tarif edeyim? Baktım, ettim de benim kavlığıma göre çok pahalı mübarek!
ES
18 Kasım 2018


