Mart ayında anamı köye götürdüm. Bir iki gün sonra üşüdüm galiba ki hasta oldum. Taşova’ya hastaneye gittik gecenin on ikisinde. Eczane aradık nöbetçi eczane. Ben onu biliyorum tanıyorum görür unutur; dönüp dolaşıp bulunca “burayı biliyorum demin önünden geçtik” der. Bildiğim için dikkat etsem de önünden geçmişiz geçmesine de ama nöbetçi eczaneyi göremedim. Eski Merkez Eczanesi’nin karşı sırasında bir dükkan sanıyorum; bulduk nihayet. Neyse ilaçları aldık çıktık. Arabayı sürdü köye geldik.
Ertesi gün akşam vakti yanına gittim. Benim gibi makadının üstüne oturamıyor da belli ki bu sebeple yanının üstüne oturuyor buldum. Ezan okununca kalktı akşam namazını kılıverdi. Yine aynı şekilde yanının üstüne uzandı.
Bu esnada laf oradan oraya döndü dolaştı ve dedesine geldi.
Dedem; “rahmetlik ağam 1948 yılında 55 yaşında öldü” derdi dedim. Düşündü sustu sonra da “çok da gençmiş daha” dedi. Bu türden konularda konuştuk ve başka mevzulara girdik. Misafirler geldi. Fahriye’nin vefatı münasebetiyle taziyede bulundular. Onlar da sohbete katıldılar.
Ekmek geldi. Yani köy fırınında pişirilmiş pağaç benzeri pide benzeri bir ekmek. Çay da var. Pağacın ya da pidenin yağlısı soğanlısı kıymalısı pişiriliyor köy fırınlarında; bunu köy çocuğu olduğum için biliyorum.
Benim huyumdur bulursam yerim bulamazsam arzu etmem. Önümdeki bir iki veya beş dilim neyse bitince baktım öte taraftan alıyor benim önüme koyuyor. “Yedim diyorum” ben de içimden; “nereden geldi bu parça?” Düşündüm yersem eğer yine koyacak. Sonra yarım parçayı tuttum ki bir daha vermesin.
Gece uzayınca vedalaşıp ayrıldık. İkinci görmem yazındı ve hastaydı. Yataktaydı. Onu öyle görmek bana öyle dokundu ki oğlum yatarken cerrahi servisinde çektiğim acının aynısını yaşadım. İçim kan pağaç oldu. Mürvet ememi görünce de Göztepe Devlet Hastanesi’nde içimden ateş gibi yüreğimi yakan bir su akmıştı. O da ememin kızıydı ama Mehmet Ali’nin ameliyatı boyunca öyle yakındı öyle yanımdaydı ki rahmetlik Emriye emem gibi “gardaş” deyince bir “gardaş” daha çıkıyordu ağzından. Allah hepsine rahmet eylesin.
“Az yaşa çok yaşa ölüm gelecek başa” der anam sohbetlerimizde.
O gün “ben sağıma mı” dedi “soluma mı uzun zamandır yatamıyorum” dedi. Değişik sağlık sorunları üstüne üç beş kelime ettik. “Parol iç rahatla” dedim. Sordum “iyi geldi” dedi.
İstanbul’dan aradım. “Erbaa’da hastanede yatıyorum” demesin mi? Sürmüş arabasını tek başına gitmiş. Bir hafta yattı galiba. İnsanoğlu umut taşır. Umut olmasa yaşamın anlamı biter. Umutluydu.
Mali’nin ameliyatında tereddütsüz aradı beni. Akrabalarım içinde aramayan sormayan var; hiç oralı olmayan var… Boşverdim! Aramızdaki 10 kusur yaşa rağmen okulda dersime girmesine rağmen hiç resmi olmadık. Hır gür de oldu aramızda elbette. İnsanoğlu iyi de, aynı zamanda kötü de. Son konuşmamızda telefonda bir şey dedi; dedim ki: “Ben 50 yaşımda hadi 55 yaşımda nasuh bir tövbe ile tövbe ettim. Benden geçti. Kim nederse desin ağzım bıçak açmaz.”
Şimdi otobüsteyim. Yazıhaneden beni almadıkları için kavga ettim. Eğer rahmetlik için yola çıkmasaydım kavga karakolda biterdi! “Uysal koyunum” da ama haksızlık karşısında üç kere mühlet veririm. Bugün o mühleti veremedim. Yüreğimin derdi dilime vurdu galiba! Yanlış yapmam yanlışı sevmem. Aha işte: Otobüsü süren şu anda frenden ayağını çekemiyor korkuyor oysa otobüs yağ gibi kayması lazım. Doksanla giden otobüste ayak frende olmaz. Onu gaz ile ayarlarsın.
Neyse! Kime ne diyeyim?
Dedem derdi ki babam öldükten sonra babamdan söz açılınca: Mukadderat!
Bugün Pendik’te bir arkadaşımın ağasının cenaze namazına katıldım. İmam da aynı kelimelerle konuştu. Elimizden gelen bir şey yok!
Takdir böyle!