GÜN DOĞMASIN
“Pakize kızım, bırak elinde ki işini, Ülbiye abana git. Benden makas almıştı, getirmedi, al da gel. “Anama lazım mış” de.
“Ana mari sen beni oralara göndermezdin, uzak derdin, derenin öbür tarafına geçme derdin.”
“ Derdim de, evde gidecek kimse yok, makas lazım, sen de küçük değilsin artık, büyüdün, yollarda korkacak değilsin. Hade git de gel, çabuk çabuk git gel. Sağa sola bakınmadan git. Oldun on beş yaşında.”
Pakize’nin annesi, sürekli kızını uyarıyordu, öyle bir huyu vardı. Pakize alışıktı annesinin bu tür uyarılarına. Bir de, eve misafir geldiğinde, kaşıyla gözüyle, işaretlerle Pakize’yi şaşkına çeviriyordu. Pakize işaretlerin çoğunu anlayamazdı ama yine de gözü annesinde oluyordu. Anne ufak yapılı, hareketli, oldukça marifetli bir kadındı. Bu yüzden komşular ondan yardım istemeye geliyorlardı, o da seve seve yardımını esirgemiyordu. Herkesle yıldızı barışıktı, herkesin Safiya Abasıydı. Pakize, başının oyalı yazmasını çözdü, düzeltti, tekrar bağladı. Yeşile çalan mavi gözlerinin üzerinde ki yay gibi çekik kaşlarını hiç sevmiyordu. “Neden, çoğu kişinin kaşları daha kısaydı, benimkiler uzun” diye düşünürdü. Annesi kızını severken, “hilal kaşlı, güzel gözlü kızım,” kimi zaman da, “gül yanaklım” derdi. Mor menekşe oyalı yazmasını sıkı sıkı bağladı başına. Elbisesinin üzerine uzunca bir yelek giydi, kapıdan çıkarken, annesi seslendi yine;
“Pakize, başına bir örtü al, öyle çık kapıdan.”
“Ana başıma örtü alamam, ben alışamadım bu örtüye,” diyerek çıktı gitti kapıdan. Çıkarken annesi baktı arkasından, yazmasının ucu omuzlarının arasından sırtına sarkmış, oyaları dökülmüştü yeleğinin üzerine. “Allah’ım kötülüklerden koru benim kızımı” diye geçirdi aklından. Pakize, hafif, meyilli yoldan inerken, kendini tuhaf hissetti. Öbür mahalleye anası ile giderdi, şimdi yalnız yürüyordu. Yolun sağında, solunda köy evleri vardı. Kimi evler bahçe içinde, yola yakın, kimisi daha iç kısımlardaydı. Bahçe kıyılarını yıkık dökük çitler çevrelemiş, çitlerin dibinde tavuklar eksik olmazlar, gıdak, gıdak sesleriyle eşelenip duruyorlardı. Her evin bahçesi ekili, dikili ve ağaçları çok olan bir köydü. Bahçelerde dalları meyve yüklü ağaçlar, yol kenarlarında salkım söğütler, su kıyısında kavaklar ve yabanıl kocaman ağaçlar havayı serinletiyorlardı. İkinci evi geçerken, Hamza dayıların köpeğinin küçük yavrusu kuli, takıldı peşine. “Git” dedi kuliye, kovalamaya çalıştı ama kuli önce dinlemedi, biraz gidince kendiliğinden geri döndü. Belli ki oda başka mahalleye gitmek istemiyordu. İbrahim Aga’ların çit kapısı açıktı. İbrahim aga eşeğini bağlamış, köfünlerini (küfe) sırtına yüklemiş, belli ki işe gidecekti. Eşek, başına konan sineklerden kurtulmak için, başını sallayıp duruyordu. Kendi evlerinden, üç ev sonra mahalleyi ikiye bölen bir dere geçiyordu. Dere kıyısına kadar geldi, heyecanlandı. Annesi ona her zaman, dereden öbür tarafa geçme, uzaklara gitme diyordu. Bu yüzden derenin öbür yanında evleri olan dayısına bile seyrek giderdi. Şimdi tek başına geçecek, gidecekti. Gideceği yeri bilmez değildi ama, yine de heyecanlandı. Heyecanı onu neşelendirmişti. Küçük köprüden geçti, Ülbiye’lere kadar yürüdü, bahçe kapısına geldi, tahtadan yapılmış kapıyı açarken, Ülbiye gördü Pakize’yi;
“Hoş geldin be kızım, anan mı yolladı?”
“Hoş bulduk Ülbiye aba, (abla) Anam yolladı, makası almaya geldim, lazım olmuş.”
“Vereyim kızım, selam söyle anana, sağolsun verdi de işimi gördüm. Gir içeri bir kahve yapayım sana.”
“ Geçmeyim Ülbiye aba, anam çabuk gel dedi.”
Ülbiye makası almak için eve girdi, Pakize onu kapıda bekledi, makası alır almaz çıktı kapıdan. Ülbiye’nin komşusu olan Mustafa, kapının önünden geçen Pakize’yi gördü, Pakize ise Mustafayı görmedi, Köyün eğri bozuk yollarından geçerek, bahçelere, ağaçlara bakarken, acele acele yürüyordu. Mustafa askerden yeni gelmişti, köyde tanıdıkları çoktu ama bu kızı ilk defa görüyordu. Pakize neşeyle yürürken, ürkütmemek için yola çıkmadı, kapının kıyısında yana çekilerek Pakize’nin geçişini bekledi. Kocaman ceviz ağacının gölgesi saklamıştı Mustafa’yı. Pakize’nin gözleri ve yay kaşları uzaktan belli oluyordu. Mustafa asıl onlara takıldı kaldı. Pakize geçip giderken arkasından takip etmeye karar verdi. Merak etmişti. “Kimdi, kimin nesiydi, adı neydi?” Kapıdan çıktı, uzaktan takip etti. Boyuna baktı, adım atışına baktı, neşesine baktı. “Kim di bu…
Pakize, yolun sonunda dereyi geçen köprüye geldiğinde, akıp giden temiz, duru suda yüzen ördeklere gözü takıldı. Köprünün üzerinden onları biraz seyretti. Nasıl da güzel oynuyorlardı suda. Kimisi suyun akışına aldırmaksızın, suyun üstünde öylece duruyor, suyun akışında gövdesi dalgalarla inip çıkıyor, kimisi kırmızı gagasını veya başının tamamını daldırıp çıkarıyordu. Pakize dayanamadı köprüyü geçti, derenin kıyısına indi. Dere derin değildi, ayakla girilebilecek derinlikte olduğu için korkmadı. Suyun dibindeki taşlar görünüyor ve su kendi şırıltısı ile taşlardan atlayarak akıyordu. Renkli başlı ördek ilgisini çekmişti. Elindeki makası kıyıdaki bir taşın üzerine bıraktı, bir adım daha suya yaklaştı, ördeği tutmaya çalıştı, başını okşamak istedi. Ördek ise kayıverdi elinin altından, yüzerek gitti. İşte o zaman köprü başında onu seyreden Mustafa’yı fark etti. Gözleri takıldı, heyecanlandı, aniden toparlandı, sudan çıktı acele yürümek üzere iki adım attı, Mustafa seslendi, “makası unuttun.” Pakize acele döndü, taşın üzerine bıraktığı makası aldı, Mustafa’nın gülümsediğini gördü. Mustafa ise o anda sormak istediğini sordu;
“Kimsin, adın ne senin?”
Pakize cevap veremedi, acele adımlarla yürüdü gitti. Mustafa uzaktan evine gidinceye kadar takip etti ve yerini öğrendi, o da geriye döndü gitti.
Pakize eve geldiğinde annesi ocak başındaydı, kızının telaşını görmedi.
“Ana geldim ben” dedi makası koydu bir kenara, çıktı bahçeye kendine gelmeye çalıştı. “Elim ayağım niye bu kadar tutuştu ki” diye düşünüyordu, ama cevap veremiyordu. “Kimdi ki o, nereden çıkmıştı ki, anama da soramam.” Anası seslenince kendine gelmeye çalıştı;
“Pakize kızım, bir kova su çek de getir bana.”
Pakize koşar adımla kapıdaki boş su kovasını eline aldı, bahçedeki kuyudan suyu çekti, diğer kovaya doldurdu, götürdü mutfağa bıraktı. O gün heyecanından kurtulamadı. Gece uykusunu da rahat uyuyamadı. Sabaha karşı derin bir uykudan sonra, sabahın oluşuyla uyandı, Kuyudan çektiği serin suyla yüzünü bol bol yıkadı. Babasıyla, anasıyla, kendinden küçük erkek kardeşi Latif’le normal hayatına döndü. Ama akşam, el ayak çekilip de yatağına girince, köprü başında ki bakışlar geldi karşısına. Yatağında döndü durdu bir zaman;
“Kim di?” Anasına da soramazdı. Düşünceleriyle uyuyup gitmişti.
Anası bu gün çamaşır yıkayacaktı, Pakize’nin işi anasına su taşımaktı. Bahçedeki kuyudan çokça su çekti. Anasına yardım etti. Anası iyi bir insandı, babası biraz sert bir babaydı, kolay kolay pek bir şey soramazdı. Anasına sorsa, kim olduğunu bilmiyordu, ne diye soracaktı. Bilse bile soramazdı ya… Eline yarım sabun parçasını aldı, teknenin bir başında çamaşırlara sabun sürüp anasına yardım etmeye çalışırken bir soru geldi aklına;
“Ana, derede yüzen ördekler var ya, kimin onlar?”
“Aman mari kızım, niçin sordun bana, ördeği olmayan mı var, ne bileyim kimin.” Pakize daha öteye geçemedi, anası da bir şey anlamadı, aslında kendisi de anlayamadı, ördekleri niçin sormuştu sanki. Anası sorunun garipliğinin farkındaydı ama belli etmedi, kafasında asılı kaldı. Pakize anasına bir soru sordu da, diğer tarafta Mustafa kime ne soracaktı. Bu kızı merak etmişti, kimdi? Ülbiye Abaların evinden çıkarken görmüştü, “gitsem sorsam mı diye” geçti aklından. Ülbiye Aba iyi biriydi, kendini bildiğinden beri komşuydular. “Sorsam da, ne desem de sorsam.”
Köyün meydanına doğru yürüdü gitti. Arkadaşı yaşıtlarına rastlayamadı, kendi askerden yeni gelmişti, arkadaşları tarlalarda veya bahçelerdeydi. İki gün sonra o da işe başlayacaktı, işler onu da bekliyordu. Eve dönmeyi düşünürken, arkadaşı Ayri’ye (Hayri) rastladı. Ayri omzunda çapasıyla gelirken o da Mustafa’yı gördü, kucaklaştılar. Bir kenarda biraz lâflamak için oturdular.
“ Ee, nasılsın bakalım be Muıstafa, gittin geldin, bitti şükür. Hayırlı olsun. Hoş geldin.”
“Ya, gittim geldim, bitti şükür. Özlemişim köyümün toprak kokusunu. Tütünü, misiri, bizi bekler. Sen ne yaptın, düğün varmış yakında, duydum.
“Var, var. Tütün zamanı bitsin inşallah. Kışa kadar yaparız.” Sana da sıra geldi be Mıustafa, geç kalma artık, bundan sonra sıra senin.”
“Kısmet be Ayri. Anama sorarsan, kafasından hazırladı birilerini ama, ben isterim ki gönlüme düşsün biri” derken, yay kaşlı kızı getirdi gözünün önüne. İki arkadaş laflayarak kalkıp evlerine doğru gittiler. Mustafa her şeyi kafasından attı, evinde uyumayı özlemişti, erkenden yattı ve bir güzel uyudu. Sabahın sıcak yaz havasında, gün ışırken uyandı, çıktı yatağından. Kuyu başında elini yüzünü yıkadı, toprağa saplanmış bir çıtaya takılı duran havluyu aldı, sildi elini yüzünü. Duvar dibinde duran çapayı eline aldı, bahçesindeki ağaçların altını çapaladı, güçlü vuruşlarla toprağını kabarttı. Her birinin kökünün toprağını açıp sulamaya hazırladı. Köy sulak ve yeşilliklerle zengin bir köydü. Evin bahçelerine bağlanan kanaldan çapasıyla su açtı. Ağaçlarına bol bol su bağladı, başında bekledi. Anası özlemişti oğlunu, onu ağaçların altında görünce yanına geldi, mutluydu. Oğlunun saçını başını okşadı;
“Hade sula da gel, sıcak sıcak çorba hazırladım, ateşten indirdim.”
Anası çorba der demez, tarhananın biberli, soğanlı kokusu geldi burnuna. Askerdeyken ne kadar özlemişti tarhana çorbasının kokusunu. Acele bitirdi işini, ellerini yıkadı, kendini sofrada buldu. Sıcacık, üzeri tereyağlı, acılı çorbayı, boğazını yaka yaka içmek kadar mutlu eden ne vardı beaa. Eee ardından, anasının kendi elleriyle yaptığı ekmekten kocaman lokmalar koparıp, üzüm pekmezine bolca bandırıp yedikten sonra, kuyunun soğuk suyundan kana kana suyunu da içti. Anası sofrayı toplarken, bahçe kapısından seslenerek göründü Ülbiye. Musatafa’nın yüreği küt küt etti. Ülbiye’nin evinden çıkan yay kaşlı kızı hatırladı.
“Asme mari, senin elinde işlediğin o danteli bana ver de aynısından ben de örnek alayım. “
“Gel Ülbiye, gel.”
“Gelmeyim komşum, evde işlerim var, bilirsin hepsi beni bekler, dantelini verirsen alayım gideyim.”
“Gel beaa, yapayım bir kahve de içelim, sonra gidersin. Te bak Mısatafa’m da burada beraber içeriz.”
Ülbiye’nin de canı çekti kahveye, girdi oturdu minderlerin üstüne, bekledi. Fincanlara konan köpüklü kahveler, ceviz altında, gölgede beraber içildi. İki komşu sohbeti getirdi Mustafa’ya. Evlenmeye düğün derneğe geldi sıra. Akıllarından geçirdikleri kızları tek tek ölçüp biçerken, Mustafa girdi lafa;
“Ana, aramayın beaa o kaa. Ben gördüm bir kız” der demez, anası, Mustafa’nın yüzüne bakakaldı. Ülbiye merakla bir Mustafa’ya, bir Asme’ye baktı, bekledi merakla.
“Kim be çocuğum bu kız.”
“Ben de bilmem ki kim bu kız” dedi Mustafa.
“E nasıl bulsak be çocuğum?”
“Ülbiye abam bilir” derken Mustafa gülüyordu. Ülbiye şaşırdı birden.
“Abe kim bu, ben nerden bilirmişim?”
“Dün senden çıktı gördüm, elinde makasla çıktı ya…”
“Aa, bizim Safiye’nin kızı mari, Pakize’yi gördü bu.”
“Pakize mi? Ne zaman büyümüş. Büyümüş mü okaa” Mustafa da karıştı söze. “Adı Pakize mi. Hani kaşları yay gibi.”
“Uuu kaşlarını da görmüş baksana. Öbür mahallede oturuyorlar. Safiye iyi biri, severim onu.”
Mustafa’nın anası heyecanlandı, yutkundu birkaç kere. “Gidelim görelim bare, koyalım adını, ne dersin Ülbiye.”
“Olur olur gidelim. Ayde ben gideyim şimdi, konuşuruz sonra.”
Mustafa sohbetin sonunu beklemeden çapasını almış ağaçların altına gitmişti bile. Pakize’yi öğrenmişti , yine heyecan sarmıştı içini.
(devam edecek)