Bir Katre Can
Kopunca yongası bedende canın
Her bakış kurşuna dönüşür anne.
Kötürüm hislere gebe zamanın
Lavları içinde kan üşür anne.
Çit çeker çapaklar, yıldızlar âmâ
Nelere kabildir nelere imâ
Bu gece çatkapı gir ki rüyâma
İçime bir katre can düşür anne.
Fesih Aktaş
(Taşova, 06.04.2007)
Rahmetli annem için yazdığım bu şiir, “Heybeye İstiflenmiş Çığlıklar” öyküsündeki Bedriye ile de hemhal olmuştur gönlümde. Öykü gerçektir, bizzat gözlerimin önünde yaşanmıştır. Sadece kişi ve yer isimleri değiştirilmiştir. Öyküde geçen Bedriye, şiirin yazılmasına en az annem kadar ilham kaynağı olmuştur.
Heybeye İstiflenmiş Çığlıklar
Güzel memleketimizin çok güzel bir ilinde, bir köy sağlık ocağında Sağlık Memuru olarak görev yapıyordum. Henüz 21 yaşımda, memuriyetimin üçüncü yılındaydım. Elektrik, yol, su gibi birçok temel sorunları vardı köyün. Sağlık Ocağı, 12 muhtarlık, 17 mezra olmak üzere toplamda 29 yerleşim birimine hizmet veriyordu. 1987 Temmuz’unun on dördü, günlerden salıydı. Hava hararetini iyice yükseltmiş, içeride kalmaya müsaade etmeyecek kadar kızdırmıştı. Saat 16.00 sularında hep beraber bahçedeki bir ağaç gölgesinde serinlemek üzere dışarı çıktık. Gökten ateş yağıyordu sanki. Bahçe girişindeki çakıl taşlarından, lojman duvarlarından yansıyan hararet bir felaketin habercisi gibiydi. Tarif edilmez bir sıcaklık, bunaltan bir yoğunluk ve ağırlık…
Henüz beş dakika geçmeden 20-25 yaşlarında bir çift, önlerinde bir merkep ile sağlık ocağının bahçesine girdiler. Beyefendi, bayana girişte beklemesini işaret etti ve yanımıza kadar geldi. Selam verip, selam aldıktan sonra;
-Sağlıkçı bey, Bizim Mazlum hastalandı, onu getirdik. Sizin de bahçeye az önce girdiğinizi görmüştüm. Rahatınızı bozduk, hakkınızı helal edin.
-Estağfurullah, o nasıl söz… Hoş geldiniz, geçmiş olsun. Adınız nedir, hangi köyden geliyorsunuz? Dedim.
-Üzeyir benim adım. Bayan da hanımım Bedriye… Pelitli mezrasından geliyoruz.
Pelitli, 5 km. uzaklıkta ulaşımı pek de rahat olmayan küçük bir yerleşim birimiydi. Ben ve Sultan Hemşire hastaya bakmak üzere, hızlı adımlarla sağlık ocağına doğru yürüdük.
Üzeyir-Bedriye çifti, yöre halkından herkes gibi gösterişten uzak, kibirsiz ve çok samimiydiler. Rençber oldukları, toprak ile uğraştıkları ve kıt kanaat geçindikleri her hallerinden fark ediliyordu. O pırıl pırıl bakışlarda huzurun, sevginin, mutluluğun ışıltıları da gözden kaçmıyordu.
Üzeyir’in heybeyle uğraşını hediye getirdiklerine yormuştum. Çünkü o Anadolu kadar aziz, o su kadar berrak insanların gani gönüllerine yabancı değildim. Her sağlık ocağına gelişlerinde rahatsızlıklarından çok getirecekleri hediyenin telaşını yaşarlardı. Ağrıdan, sancıdan kıvranırlarken bile eli boş gelemiyorlardı. Hicap duyarlardı. Zengininden fakirine herkes imkânı ölçüsünde, evinde veya elinde o gün ne varsa mutlaka bir paket yapıp getirirdi. Kimi yumurta, kimi bulgur, kimi tavuk, kimi sebze, kimi en tazesinden süt, yoğurt, kimi sımsıcak ekmek… Hiçbir şeyi olmayan da mahcubiyetiyle gelirdi. O mahcubiyet duygusunu bu insanlara hangi mektep, hangi medeniyet aşılamıştı! Oysa hiç biri okuma-yazma da bilmiyordu. Ama bir yerlerde okudukları bir şeyler olmalıydı. Peki, biz diplomalılar, sözde eğitimli insanlar o duygudan neden bu kadar uzak, neden bu denli yoksunduk. Onların okuyabildiklerini bizler neden okuyamıyorduk? Bu cömertlik, bu kıymet bilme, bu saygı, bu bitmez tükenmez hürmet duyguları nereden besleniyordu. Bu damarlara pompalanan neydi? Dört yılı aşkın bir süre çalıştığım o köyde bu sorulara cevap bulmak özel meşguliyetim olmuştu.
Ve daha fazla dayanamayıp sordum:
-Şu sıcak havada bu kadar yolu çiğneye çiğneye geleceğinizi bildiğiniz halde bir de hediye mi yüklendiniz? Hiç gerek yoktu. Şu hayvanı da boş yere yormuşsunuz.
Üzeyir:
-Sabah namazını tarlada eda ettik. Şu vakte kadar aralıksız çalışıyoruz. Mazlum’u da hep yanımızda götürürüz. Toprağın kokusu sinsin ruhuna istiyoruz. Galiba sıcaklardan dolayı rahatsızlandı. Telaşlandık ve apar topar getirdik. Malum hava da çok sıcak… Kusurumuzu bağışlayın lütfen! Eli boş geldik. Diyerek düşürdü boynunu.
Bu sözler, hani o hep horladıklarımızdan birinin dudaklarından dökülüyordu. Sözlerime mukabil bir mahiyet taşıyor olması da hem bir utanç vesilesi olmuştu hem de yüzüme bir tokat gibi inmişti. Eli boş gelmeyi bir kusur, bir eksiklik olarak idrak ediyordu Üzeyir. Şaşkınlığımı gizlemekte zorlanıyordum. “Toprağın kokusu sinsin ruhuna istiyoruz” sözü büyülemişti beni. Çok hikmetli, çok bereketli bir sözdü. Hayatımın sonraki yıllarında nice soruya aradığım cevabın anahtarını lütfetmişti Üzeyir aslında. “Bu toprakların kokusu “ana” kokusu değil midir zaten. “Anadolu” ismini de bu yüzden almamış mıydı? Topraktan geldiğimizi ve yine toprağa döneceğimizi unutur mu olmuşuz? Çocuklarımızı, nüvemizin harcı olarak telakki ettiğimiz topraklarımızdan uzaklaştırma çabamızın sebebi neydi?” dedim içimden.
Boynunu düşürme sırası bendeydi bu kez. Önümüze serilen bu hikmetli sofraya başımı dayayıp nasiplenme arzusundaydım. Kaş altından süzmeye başladım genç çifti. Gözlerinden ışık, yüzlerinden nur yansıyordu ikisinin de. Ellerinde emeğin kokusu… Parmaklarında beliren gediklere yuva yapmış toprak, dağ dağ nasırlar büyütmüştü. Helal kazancın izdüşümüydü yanaklara çöreklenmiş yanıklar… Belli ki, yekûn devaları şükür ve kanaatkârlıktı. Mutluluklarının sırrı başka ne olabilirdi ki?
Üzeyir, Mazlum’dan söz etmişti ancak genç çiftin dışında bir de merkepleri vardı. Başka da kimseler yoktu. Köylerde veteriner olmadığından, köylüler zaman zaman hastalanan hayvanlarını da sağlık ocağına getiriyorlardı. Bu duruma aşinaydık. Hastanın yani Mazlum’un merkep olabileceğini düşündüm bir an. Sonra Üzeyir’in “toprağın kokusu sinsin ruhuna” sözünü hatırladım. Böyle bir ihtimalin olamayacağını bile bile yine de sormaktan kendimi alıkoyamadım:
-Merkebinizin adı Mazlum galiba?
O anda heybeyi kucaklamış, eşine yönelmişti Üzeyir. Gülümseyerek:
-Bizim merkebin adı yok Sağlıkçı Bey. Biz onu hep eşek bildik ve bir ad koymayı akıl edemedik.
Bu nükte cevap ile Mazlum’u iyiden iyiye merak etmeye başladım ve sordum:
-Peki, Mazlum nerede?
Üzeyir yaba gibi ellerini heybeye daldırıp, üzeri safran sarısı yapraklarla işlenmiş beyaz bir beze sarılı bebeğini özen ile Bedriye’nin şefkatli kollarına bıraktı ve ekledi:
-İşte Mazlum Sağlıkçı Bey! Az önce ifade ettiğim gibi çok yorulmuşuz. Mazlum’u taşıyacak gücü göremeyince kendimizde böyle bir çareye başvurduk.
Mazlum heybeye yerleştirilirken karşı taraf ağırlığınca bir taş ile dengelenmişti. Mazlum’unu kucağına alır almaz, dudaklarında ritimsiz bir titreme nöbeti başladı aniden Bedriye’nin. Göz kapaklarına felç inmiş, göz bebekleri ıstırap içinde fırlamıştı kafesinden. Yük o kadar ağır gelmişti ki, sanki kollarına bir dağ bırakılmıştı. Beyaz yazmanın etrafına nice emeklerle bir bir dizilmiş boncuklar Bedriye’nin avuç avuç yolduğu saçlarına refakat ederek talan ediliyordu. Bir annenin yüzünde ölümün rengiyle tanışmıştım o gün. Ve bir annenin yürek acısını ilk kez bu kadar yakından hissetmiştim. Yürek yanıyor, yürek eriyor, yürek ateşe dönüşüp gözlerinden sicim sicim akıyordu. Ve bir çığlık ki semaya dalga dalga yayılarak arşı vurmuş, göğü delmiş, bulutları sarsmıştı. Gürültüyle ayaklanan yağmur da yürek yangınını itfaya yetmemişti.
Güya ayın on dördüydü. Bedir/e manasını taşıyan güzellik ile müsemmaydı. Lakin sırrını ifşa etmiş, yaşananlar günün mahiyetiyle tezat düşmüştü. Yazık ki Mazlum ölmüştü. Güzün gazelinden, kışın ayazından, baharın neşesinden haberi bile olmamış, sadece bir mevsim yüzü görmüştü. Bedriye heybeye aslında çığlıklarını istiflediğini nereden bilecekti. Buz gibi soğumuş, tabut kadar sessizleşmişti heybe. Daha az önce Mazlum’unu taşıyan o kıymetlisi bir kenara fırlatılmış, nefret dolu bakışların hedefine oturtulmuştu. Bedriye, kâh bana kâh Sultan Hemşire’ ye öyle içli, öyle hisli bakıyordu ki, gözleri her defasında bebeğini geri getirmek yakarışıyla değiyordu gözlerimize. Bedriye’nin, hazin bakışlarına resmettiği “Can nakli yapabiliyor musunuz?” sorusunun siluetiyle sarsılıyorduk peş peşe…
Bedriye’nin ardı arkası kesilmez feryatlarına Üzeyir sadece; “mukadderat” sözüyle eşlik etti. Başı düşmüş; nazarı, suçluyu bulmuşçasına önüne kavuşturduğu ellerinde kilitlenmişti. Yanaklarından süzülen iki damla gözyaşının biri tedbiri, biri tevekkülü işaret ediyordu sanki. Derin bir muhasebenin gelgitleri içinde Bedriye’nin bağrına bastığı Mazlum’larını aldı kucağına. Geliş yolunda Mazlum’u sığdırdığı heybeye ihtiyacı kalmamıştı artık. Belli ki Mazlum, anne baba kucağının özlemindeydi. Ancak, iki pelit ağacı arasına kurulu hamağından haftalardır dinlenmeksizin nasıl çalıştıklarının da tanığıydı. Bu yüzden canını heybeye bırakmış, hafiflemiş ve muradına ermişti Mazlum. Dönüş yolunda anne baba kucağındaydı artık…
Ve yola revan oldu Bedriye-Üzeyir çifti… Adımları öz canlarını çiğniyormuşçasına zül geliyor, yoldan çok kendilerini eksiltiyordu. Pare pare dökülerek bir sis tabakasında kayboldular gözlerden. Yüreklerimize ektikleri o derin hüznü hıçkıra hıçkıra ağlayarak boşaltma çabasındaydık Sultan Hemşire ile yarışırcasına… Bu kez bize; param parça yazması, bulutlara yaktığı ağıdı ve çığlıkları kalmıştı bir anne acısının izlerinden hediye… Bir de, artık hangi izbe yerde çürüyeceğini bilmediğimiz can düşürmüş bir heybe…
Konuşması ve nezaketiyle hepimizi büyülemiş, ne hikmetli sözler etmişti Üzeyir. “Peki, nasıl bu kadar tedbirsiz davranabilirdi?” Sorusuyla yıllardır meşgulüm. Anlaşılan o ki toplum, tedbir ve tevekkül konusunda daha çok aydınlatılmalıdır.
“Bebekler ölmesin, anneler ağlamasın” dedim içimden. O gün, “ağlarsa anam ağlar” sözünün bir anne duyarlılığıyla ne kadar uygun düştüğüne tanık olmuştum.
Olaydan 27 yıl geçmiş olmasına rağmen, yüreğimin derinliklerinde hâla aynı tazelikte yaşayan talihsiz
Bedriye’nin o günkü feryadını, kalemime kelâm olan şu iki dize ile yâd ediyorum.
Annemi vakitsiz anlayacağım,
Yazık ki annemsiz ağlayacağım!
Fesih Aktaş
(Amasya, 26.07.2014)