17 Kasım 2017-17 Teşrin-i Sani 2017-04 Son Güz 2017
Asıl meseleye girmeden önce tarihlemede ay adını oluklu mukavva üzerine yazdım. Kasım bugün itibariyle kullanılan geçgel ayın adı oluyor. Oluklu mukavva ile alakası yok aslında. “Laf ola beri gele” derler ya ben de öyle yaptım. Kasım ayrılma ayrışma kısımlama demek. İstanbul’un ortasındaki Taksim var ya taksimat yapılan yer anlamında esamesi oradan gelir. 8 Kasım günü “Kasım Günleri” başlar kuzey yarım kürede.
Teşrin-i Sani Osmanlı Devleti devrinde Rumi Takvim’in on birinci ayı idi. Fakat Rumi yılı buraya almadım. Zamanda bir döngü ve vakit takip çetelesi olarak geride kaldı. Bugün kaç kişi biliyor veya kaç kişi tarih gün ay hafta olarak Rumi takvimi kullanıyor? Elbette duvar takvimlerinde genellikle üç takvim yılı bir arada kullanılıyor.
Memleketimizde çeşitli takvimler basıldı ve kullanıldı:
Saatli Maarif Takvimi, Salih Zeki Takvimi, Celali Takvimi
Bunları yılı ayı günü belirleyen tayin eden anlamında matbu takvimlere birer misal olsun diye yazdım yoksa Rumi takvim, Hicri takvim, Miladi takvim gibi millete ve devlete göre takvim çeşitleri bulunuyor.
Meraklısı inceleme irdeleme araştırma ilgilenme hürriyetine sahiptir. Hiç olmazsa birazcık merak etmek de gerekiyor. Yoksa merak edenlerin egemen olduğu dünya devam edip sürer gider…
Üçüncü kısımda ise halkın takvimini ve ayın adını yazdım. Güz mevsimi ayları İlk güz Orta güz ve Son Güz olarak biliniyor. Anadolu’da halk böyle biliyor. Bugünkü takvimle aralarında On Üç gün fark var ve halk takvimi bugünkü resmi takvimi gün olarak On Üç gün geriden takip eder.
Rumi Sene : 1439
Döngüsü çok kolay. 584 ekleyince bugünkü yıla denk gelir.
Songüz ayı dedim ya…
Aklıma bir hikaye geldi. Son güz ayında başımdan geçti hilafsız anlattım. Mübalağa kattım süsledim donattım.
Sonra!..
Sonra bugün işte! İş ve işlemler ilerleyince, kısaca sayın memur hanımın keyfi erince, “şu kadar dolar istiyorum” tarzında gevrek kelamına muhatap oldum.
Dolar!
Bu da ne ki?
Gülümsedim, henüz salondan çıkmamıştım, camdan yedi kat aşağı yolu gözledim, seyrettim; tekrarladım:
Dolar!
Bizim Salığız’ın boynundaki yularla eşdeş bir takım şeyler, beynimden kalbime, kalbimden sağ böğrüme, mideme, sol kulağıma, bütün azalarıma, arızalı bir hal ve durum vücut iklimimde sıcak ve hatta kaynar su misali yaka yıka dolandı durdu. Salığız da, canım şu çobanı olduğum, köyde yaylada güttüğüm, kocanamın her birine ad taktığı ineklerden biri; postu sarı olanı, alnında doğuştan beyaz damga vardı ki bu tür damgadan dolayı biz hayvana ‘parlak’ dahi derdik; Salı günü doğmuş olacak ki adını Salığız koymuş. Kömüşe de alnında doğuştan beyaz damga varsa “depel” derdik. Etimolojik olarak Orta Asya’ya dayanıyor kelimenin kökü. Oralı eski bir lugatı takip ediyorum ara sıra.
Neyse!
Emir ve talimat alındı ya emir tekrarı edesim gelerek, sevinerek caddeye indim. Bir yandan da 500 dolar almanın yolunu yordamını bilmediğimden, önce bir bakkaliyeye girdim. “500 kilo dondurma ver, 500 dolar vereceğim, çabuk olursan sevirim” diye de ekledim. Bakkalcı gülsün mü, ölsün mü?
Durdu, baktı, içinden çok şey geçirdi hatta “bu çoban da kim şimdi?” dedi kesin. Hatta, sinkafın biri bin para! Zira, gözlerindeki ifade az buz değil, korktum, kapıdan kendimi hariciye yokuşuna gönderip ardımdan geliyor mu diye de sık sık dönüp yola bakmaya, karışık düşüncelere gark olarak, yol boyunca bulanık bir sel gibi akmaya başladım. Şükür kurtuldum!
Aklıma bir şey gelmiyor, cebimde dolar yok. Cüzdanıma, cebime baktım, param da yok. Ne olacak? Para lazım. Hesabımın olduğu bankalardan birdenbire buz gibi soğudum, gözlerime emir verdim, onları görünce “kör olun” dedim; öte taraftan da içimden oturup ağlamak geçiyor; İstanbul’un bu özel, bu aşina, bu seçkin, bu mamur semtinde ve semtin, semt kadar meşhur caddesinde ağlayamazdım, kusura bakılmasın, erkekliği madara edemezdim; ben Sırp eti miyim, mundarca müslüman mahallesinde kasapta satılayım?
Kasap deyince aklım çalıştı. Hemen yan yana dikelmiş, biri burma bıyıklı, boyluca, beni gözleyen dört gözün ablukasına alındığımı fark ettim. Oh! Güzel! Dükkanlardan anladım ki biri kasap ve diğeri manav. Bunlarda vardır dolar dedim ve göz hapsinden de kurtulduğumu var sayarak, perişan, mahçup, garip halime sevimlilik katarak, hem utanarak hem de boş vererek, yılışa yılışa yanaştım; bir kaç metreden hem başımla, hem bedenimle, hem dilimle selamladım.
Kara olanı selamı başıyla aldı, diğeri ardı dönük söz ile mukabele etti. Sonra “dayı kimsin, nesin, ne arıyorsun?” Dedi.
“Dayı mı? Yahu senin tevellüt kaç? Benden aşağı değilsin.”
“Tevellüt ne, anlamadım ki?”
“Neyse, boş ver, dolar bulunur mu sizde?”
Bu sefer öteki kara suratlı olan; “dayı burası döviz büfesi değil” dedi, bende takılı duran jeton küt diye başımın tam ortasına uzayda başıboş dolaşan uydulardan biri gibi sertçe düştü; düşüş ki ne düşüş; başım döndü, hevesim söndü, nefesim daraldı, dünyam karardı, çehrem morardı…
Bana kolonya falan döktüler, silkelediler, iki koldan ırgaladılar. Göz kontrolü yaptılar; birisi kalın sesiyle, “abim göz doktoru, bende ondan öğrendim, anlarım biraz” dedi. Ters ters baktım, “dayı sen niye kasaplık yapıyorsun, kapat ve doktor muayenehanesi aç” deyiverdim. Kahkahayı patlattı, “biz de olduk dayı!” diye bağırmaya başladı. “Dayı ile kalsan iyi.”
“Ya!”
“Ötesini manav söyler.”
Doğru döviz büfesine koştum. İki kravatlı, takım elbiseli, bıyıksız adam ayakta, reklam panosunda doların alış satış fiyatı mel’unca sürekli kırmızı kırmızı akıyor, cep yakıyor, insanın aklına türlü türlü şeyler takıyor, gözde gönülde şimşekler çakıyor. Düşünmeye imkanım ve zamanım yok. 500 lira çıkarıp “nakit değiş tokuş yapmak istiyorum, bir nevi trampa. Karşılığında 500 dolar verebilir misiniz?”
Adamlar bakışıyor, susuyor, sonra küçük olan, “buyrun efendim, yardımcı olayım” demeye koyuluyor. Fakat, benim hiç istifimi bozmadan, masum masum beklememden de kaygılanıyor olacak ki; “500 liraya şu kadar dolar verebilirim” diyor.
“Delikanlı, sen bilmezsin belki, bu günlerde dolarla lira bir dolar eşittir bir lira olmalı, öyle söz verilmişti” diyorum.
“Ekonomik göstergeler harika! Bakkal, kasap, market, manava da gittim, hakir gördüler, güldüler, beni döviz büfesine sürdüler.”
Dişlerim görünecek şekilde gülüyorum, delikanlı da gülüyor.
Bu harikalar diyarında, laf ebeliğinin bana faydası olmayacağı gibi zararı dokunabilir, kör kurşuna hedef olabilirim, bir bilinmez yerde ölebilirim; ele güven olmaz.
500 dolar karşılığı Türk lirasını, hem de alkışlarla, sevinerek, ekonomimizle övünerek döviz büfesine bırakıyorum.
Hey gidi dünya!
Dolar olmasa ne yapardık? Üstündeki resimler de bizden değil, bize benzemiyor. Tipsiz adamlar, “bana mecbursun” der gibi bakıyor. Ne güzel olmuş. Adam matbaayı kurmuş, akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar dolar basıyor, bastığı gibi dünyaya satıyor. Mecbur kalıyorsun, satın alıyorsun. Benim 500 lira çok yakın gelecekte ancak 100 dolar karşılığı olabilir. Düşünmeye gerek yok, ben çorbayı lira ile yiyorum!
Bana ne!
Alkışlıyorum…
Koşar adımlarla, şu ikrah ettiğim, sevmediğim, dolambaçlı, mahpushanemsi daireye giriyorum. Başka başka iki ülkenin bir diğer ülkenin -üçüncü ülkenin parasıyla yaptığı alışverişi gönlüm razı olmayarak onaylıyorum.
Sorular beynimde gidip geliyor: Ama niye? Neden?
Ya çok safım, ya sivri zeka, ya da çoban?
Soru sormanın bile hesabı kitabı var bu ülkede, sorup başımı belaya sokmayayım.
Şükür!
Her şey yolunda, bir dolar meselesi kalmış halledilmedik. Halledilince diyorlar ki İstanbul cennetten bir köşe olacak!..
Sokaklar oteller caddeler tesisler turist dolacak!..
Enver Seyhan