Hakikaten, nasıl anlatılır?
Bazı durumlarda, hal ve vaziyeti anlatmak, konuşmak zordur; gönül bulutlanır, hüzünlenir, biriktirir, göl eder, kenardan, kıyıdan bir boşluk bulup taşmak ister de yazık ki mümkün olmaz. Acayip bir şey, garip bir duygu buna mani olur, engel olur, yutkunup kendi içinde çalkalanmaya, dalgalanmaya, devinmeye, dövünmeye başlar; acı mı, tatlı mı, keder mi, sevinç mi, sürur mu, ızdırap mı? Nedeni bilinir de aşikar edilemez, açıklanamaz sebepsizce…
Bazı hususi şeyler, bazı nazik mevzular, hadiseler böyledir; saklı kalır, gizli kalır…
Eski alimler ve onları takip edenler arzı ve yedi kat semavatı yaratan yüce Allah’ın Zati sıfatlarını sayıp dökerken, yazıp sıralama yaparken, umumiyetle eserlerde gördüğüm haliyle ilk sıraya Vacib’ül Vücud ve son sıraya Kıyam binefsihi şeklinde ibare düşerler. Telif ettikleri yapıtın muhtevası tahtında, dilleri döndüğünce tevil eder dururlar. İstisnasız her müellif, az ya da çok kalemin dilinden kelama giriş yaparken hoş cümlelerden kurulu serenad ile, dua ile, yakarma ile mukaddem olurlar.
Önsözden de önceki önsöz, sunum, takdim demek mümkündür buna.
Aslolan Yüce Allah’a hamd ü senadır. Peygamberimize salat ü selamdır, ihtiramdır. Mutlaka müstelzimdir. Çünkü yüce Allah, “ezeliyetinin bidayeti, ebediyetinin nihayeti” olmayan tek varlıktır, hakikattir, haktır, mutlaktır. Varlıktır; zira vardır, birdir, tektir, hiç bir yaratılmışa benzemez, varlığı ile kaimdir; kadimdir, kimseye ihtiyacı yoktur, yaratandır, yaratırken misal ve örnek aramayandır, varlığı şarta bağlı değildir, tarif edilemez, sual edilemez, sebep sonuç ilişkisi kurulamaz, düşünülemez, kendine hastır, hususidir. Yarattığı gibi ömür tayin eden, ömür verdiği sürece rızık veren, ömrü nihayete erdirip emaneti tekrar teslim alandır da yüce Allah.
Evet, ilk nefesle başlayıp son nefese kadar devam eden süredir, zamandır, mekandır ömür…
Başladığı gün ile bittiği gün arasında fazla da bir fark yoktur aslında. Bir cereyan, bir serüven, bir macera, bir vazife, bir imtihan hepsi budur. Candan cana, kişiden kişiye, nefsten nefse belki izafi, belki görecelidir. Ancak “varlığının bidayeti, ebediyetinin nihayeti” olmayan için değişen bir şey yoktur; canı ne üzere verdi ise, o minvalde mes’ul tutacaktır.
“İşte geldim gidiyorum / Şen olasın Halep şehri” diyen ozan da kısaca aynı mecrada gezip dolaşmış, seyahat etmiştir. “İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece” diyen aşık da bu serüveni bir kaç güzel söz ile anlamlandırmıştır.
Varlık aleminden yokluk alemine doğru yürüyen imtihan yolunun yolcuları, bir bilinmez anda, beklenmez vakitte, güneşe, aya, güne, geceye, bahara, yaza, hazâna, kışa, çoluk çocuğa, mala mülke, eve barka, nama, şana, şöhrete veda ederek hakiki ve mecburi âlemin nizamiyesinden içeriye giriverirler. Başka bir dünya, başka bir alem, başka bir ortam; kim bilir, karşılamada tanıdık yüzler de görülür belki! Gidip gelen yok, haber veren yok, tecrübe eden yok. Dünyayı yaratıp hükmünü icra eden ne kadar bildirdi ise o kadar!..
Azı yok fazlası yok!
İnsanın düşüncesine fikrine çalışmasına gayretine ve çabasına bırakmış gerisini…
Birkaç gün evvel Taşova’da ilk matbaa ve gazetenin kurucusu, duayen gazeteci Ali Rıza ağabey aramızdan ayrılıp ahiret âlemine irtihal eyledi. Allah rahmetiyle, merhametiyle muamele buyursun; “hoş geldin ey güzel kulum” diyerek karşılasın inşallah! Temennimiz, dileğimiz, duamız budur. O’nun “hoş geldin ya kulum” dediklerinden olmak ne güzel, ne büyük şeref! Yüce Allah’tan cümle âlemin bu hitaba nail olmasını dileniyorum. İnşallah!
Onunla ilk temasım selamlaşmam tanışmam konuşmam muhabbetim, geçen ay vefat eden öğretmen ve yazar Recep Seyhan’ın Edebiyat dersi bağlamında fikir olarak ortaya koyduğu ve hazırladığı yarışma veya münazara konusu hakkında bilgi almak, sohbetine katılmak, tecrübesinden istifade etmek ve dinlemek münasebetiyle olmuştu.
Münazara konusu şu cümleden ibaretti:
“Savaşta inancın mı silahın mı tesiri daha etkindir?”
Belki cümle tam olarak bu değildi ama bu minval üzerineydi.
Beşer kişiden oluşan iki gruptuk.
Okulda jüri – kurul önünde savunmamı “silah daha etkindir” üzerinden yapacaktım.
O günler akşamdan sabaha dünden bugüne su gibi aktı geldi geçti gitti. Hatırası kaldı yadigâr…
Son yazılarımda “değer” kavramı üstünde durmuştum; “değer” kavramının geniş bir mecranın lisanı olduğundan bahisle, herkesin anlayacağı dilden açıklamaya çalışmıştım.
Değer dediğimiz şey aslında, birikim ve tecrübenin ta kendisidir. Değer, sanat ve zenaat karakterlidir. Güzelin, özelin, maneviyatın, ince, nazik ve narin ruhun, derin ve engin fikirlerin hamalıdır. Birikimin, tecrübenin, hal ve durumun, geçmişin harmanıdır değer.
Bu dünyadan gelip geçerken yaptıklarıyla, eylemleriyle, davranışlarıyla, hayata bakışıyla, muhabbet ve hürmet örgüsüyle, kendinden sonra gelip geçenlerin aynası olmaktır değer. Geride kalanlara, takip edilecek yol, iz bırakmaktır.
Teşbihte hata olmazsa, değirmen taşında ezilmemiş, ince elekten geçmemiş hiç bir şey, basit, yalın, bayağı hiç bir şey, durup dururken değer vasfını haiz olmaz. Kimse, fıtrattan bahşedilen can, mal, şeref, iffet ve izzet haricinde, kendi öz şahsiyetine hiç emek tüketmeden, yorulmadan, uğraşmadan, diğerlerinden farklılık göstermeden değer yükleyemez…
Değer kavramını maddi ve manevi olarak vasıflandırmıştım ve manevi yanından ziyade maddi yanına eğilme, değinme zorunda hissetmiştim kendimi. Bugün ise, diğer bir pencereden görmek izlemek seyretmek istedim hayatı. Her parağrafta ayrı gibi duran ama genel manada aynı konuyu esas alan, çok nazik bir duruma temas etmek istedim.
Çok sevdiğim bir gazeteci – yazar köşe yazılarında çok yapar. Ben de ona usayım. Büyük sosyolog ve düşünür İbn Haldun’dan bir Son Söz ile bitireyim bugünkü yazımı:
“Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha ziyade birbirine benzer.”
Saygılarımla!
Enver Seyhan
Kasım 2017
Düzenleme: 2023