“Muğla’nın Kalbinde: Zamanın Sessiz Tanıkları”

0
148
İsmail Erdal
(Emekli Eğitimci, Gezgin, Doğa Aşığı)
Ben gezdim o yolları…
Kleopatra’nın bastığı taşlar hâlâ sıcak.
Rüzgâr Gökova’dan esiyor,
Deniz maviyle yeşilin arasında bir sır gibi parlıyor.
Tarih, her dalgada yeniden vuruyor yüreğime.
O kraliçeydi, ben bir yolcuyum.
Ama hâlâ aynı denize bakıyoruz;
O, aşkı aradı…
Ben anlamı.
Sedir Adası’nda altın gibi parlayan kumlara bastım.
Dediler ki, bu kumlar Mısır’dan getirilmiş.
Belki doğrudur…
Ama ben bilirim ki,
Hiçbir gemi bu güzelliği taşıyamaz.
Kum taneleri güneşte yanıyordu,
Belki aşkın sıcaklığıydı bu,
Belki de denizin bin yıllık nefesi.
Akyaka’da sazlıklar kıpırdıyor,
Azmak suyunda tekneler sessizce süzülüyordu.
Kürek sesleriyle kalbim aynı ritimde atıyordu;
O gün doğa da, insan da birbiriyle konuşuyordu sanki.
Sonra Sakar’a çıktım.
Viraj viraj kıvrılan yolda
Gökova, altımda bir tablo gibi uzandı.
Yolun kenarında yaşlı bir taş vardı.
Derler ki, Kleopatra orada otururmuş,
Ege adalarına dalıp düşünürmüş.
Ben de oturdum.
Güneş battı, deniz gökyüzüne karıştı,
Ve zaman sustu…
Dalyan’da Kaunos’un taşlarına dokundum.
Kral mezarları göğe bakıyordu,
Bin yılın sessiz tanıkları gibi.
Sazlıkların arasında martılar dönerken,
Kurbağalar kendi dilinde konuşuyordu.
Doğa orada hâlâ yaşıyordu.
İnsan yavaşlıyordu…
Ölümsüzlük biraz da sessizlikteydi.
İztuzu’nda çıplak ayakla yürüdüm.
Kum sıcaktı, deniz tuzlu.
Caretta’ların izleri arasında
Hayatın kokusunu, bir duanın huzurunu duydum.
Ölüdeniz’de gökyüzüyle deniz birleşmişti.
Bir ayna gibi mavi,
Bir kuş kanadıyla çizilmiş bir ufuk…
Ben baktım, sadece baktım.
Çünkü bazı güzellikler konuşulmaz, yaşanır.
Likya Yolu’nda taşlar bile konuşuyordu.
Her adım bir hikâye,
Her gölge bir anıydı.
Yürürken anladım:
İnsan doğanın içindeyse,
Ölüm bile hayatın parçasıdır.
Kayaköy’de taş evler ağlıyordu.
Sokaklar sessizdi,
Rüzgâr geçmişi fısıldıyordu.
Bir zamanlar kahkahalarla dolan o duvarlarda
Şimdi göçün hüznü vardı.
Zaman durmuştu,
İnsanlığın vicdanını bekliyordu.
İlk aşklar burada başlamıştı,
Rüzgârın saçları savurduğu o günlerde.
Bizden öncekiler sevgiyi, toprağı, dostluğu
Bir emanet gibi bırakmıştı bize.
Biz aldık…
Ama koruyabildik mi?
O yeşil cennet şimdi küle dönüyor.
Sahiller satılmış, çamlar yanmış,
Zeytin ağaçları susmuş, deniz bile üzgün.
Emanet elimizde eriyor,
Bir yangın gibi içimizde yanıyor.
Ama umudum var.
Çünkü bu toprak kolay pes etmez.
Bozuk Kale’nin yamaçlarından Taşlıca’ya baktım,
Rüzgâr Söğüt’ten esti.
Ege adalarını dizdi ufka,
Bir inci kolye gibi.
Kalbim sustu, gözlerim doldu.
Kızıl bir denize battı güneş,
Ve anladım:
Bu güzellik anlatılmaz, yaşanır.
Bodrum’da vardım son durağa.
Halikarnas Balıkçısı fısıldadı içimden:
“Denize bak çocuk…
Deniz bazen insandır;
Umut, başkaldırı, sevda…”
Taş kalesi, tuz kokulu rüzgârı,
Yıldızlarla yıkanan geceleriyle Bodrum…
Oturdum o kalenin gölgesine,
Bir şiir yazdım sessizce.
Çünkü Muğla anlatılmaz…
Yaşamak gerekir.
Rüzgârında yanmak,
Denizinde yıkanmak,
Dağında susmak gerekir.
Ve ben,
Kleopatra’nın izinde yürürken
Kendi izimi buldum sonunda.
Bu topraklarda doğa, insan ve tarih bir bütündür.
Ve ben…
O bütünün en küçük parçası olmaktan mutluyum.

Yorum Ekle